17 Kasım 2024
Bu yazıyı bölümlere ayırarak yazmayı tercih ettim, çünkü bu yöntemle konuyu daha net ve anlaşılır şekilde ifade edebileceğimi düşünüyorum. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in laiklik ve eğitimle ilgili açıklamaları, yalnızca onun kişisel görüşlerini değil, aynı zamanda bu yönetimin çarpık eğitim anlayışını da gözler önüne seriyor.
Eğitim Ne Demek, Nasıl olmalı?
Eğitim, bireylere potansiyellerini keşfetme ve geleceğe hazırlanma fırsatı sunar. Ancak Tekin’in ifadeleri, onun eğitimin ne anlama geldiğini anlamadığını düşündürüyor. Laikliği eleştirmek adına camilerin kapısına kilit vurmak gibi olası olmayan uç örnekler vermek, ne çağdaş bir bakış açısına uyuyor ne de çağdaş eğitimle laiklik arasındaki ilişkinin önemini kavradığını gösteriyor.
Eğitim dediğin, geçmişte takılıp kalmak için değil, geleceği inşa etmek içindir. Bugün dünyada yapay zekâ, genetik bilimi, uzay teknolojileri gibi alanlarda devrim yapan ülkeler, eğitim politikalarını bilim ve yaratıcılık üzerine kuruyor. Biz ise hâlâ “din merkezli eğitim mi olsun, laiklik kötü mü?” gibi konularla vakit kaybediyoruz. Böyle bir zihniyetle ilerlemek mi? Mümkün değil. Hatta olduğumuz yerde bile duramayız, geriye gideriz.
Bir eğitim sisteminin asıl amacı, bireylere özgürce düşünebilme, sorgulayabilme ve kendi yolunu seçme fırsatı sunmaktır. Ama Tekin, eğitimi bir ideoloji dayatma aracı olarak görüyor. Dünyanın geleceğe koştuğu bir dönemde, bizim 1400 yıl öncesine dönmekten bahseden bir Milli Eğitim Bakanı’mızın olması gerçekten utanç verici.
Bir eğitim sistemi bireyleri özgürce düşündürmüyor, sorgulatmıyorsa, o sistem birey değil, sadece itaat eden bir kitle yetiştirmeye çalışıyor demektir. Tekin’in açıklamaları tam olarak böyle bir anlayışı yansıtıyor. Bu, modern eğitimi anlamaktan çok uzak bir zihniyetin sonucudur.
Muhalefet Nerede?
Milli Eğitim Bakanı böyle saçma sapan açıklamalar yaparken, muhalefetin sessizliği de ayrı bir problem. Laiklik gibi temel bir konuda bile, bakanın yanlışlarını yüzüne vuracak bir tepki yok. Sadece eleştirip şikâyet ediyorlar, o kadar. Ama toplum, bu tür yanlışların doğrularını muhalefetten duymak istiyor. Eğitim gibi hayati bir konuda bile bu kadar etkisiz ve sessiz kalmaları, Tekin’in söylediklerine daha fazla alan açıyor.
Edebiyat ve Sanat: Eğitimin Vazgeçilmezi
Eğitimde en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biri, bireylerin insan olmanın derinliğini ve çeşitliliğini kavramasını sağlamak. Ve bu, edebiyatla ve sanatla mümkün olur. Ama Tekin’in kafasında böyle bir anlayış yok. Onun eğitim modeli, bireyleri edebiyatla ve sanatla buluşturmak yerine, dinî dogmalarla şekillendirmek üzerine kurulu. Çünkü Tekin’in kendisi, edebiyat ve sanatla buluşması nasip olmamış bir kişi.
Edebiyat dediğin şey, insanın ruhunu genişletir, ona insan olmanın farklı katmanlarını öğretir. Sanat, bireyin hayal gücünü ve estetik bakış açısını geliştirir. Ama Tekin’in eğitim anlayışı, bu derinliği gençlerden çalıp onların dünyalarını daraltıyor. İnsanlık, sanat ve edebiyatla büyür, dogmalarla değil.
Laiklik: Özgür Düşüncenin Temeli
Laiklik sadece bir sistem değil; özgür düşüncenin, sorgulamanın ve birlikte barış içinde yaşamanın temeli. Ama Tekin, laikliği din düşmanlığı gibi göstermeye çalışıyor. Camilerin kapatılması ya da insanların Kur’an öğrenememesi gibi geçmişten kalma korkular üzerinden laikliği karalıyor. Oysa laiklik sayesinde herkes inancını özgürce yaşayabilir. Laik bir eğitim olmadan, çocuklara kendilerini tanıma fırsatı sunamazsınız. Eğitim, dinî dogmaların değil, özgür düşüncenin alanı olmalı.
Yusuf Tekin’in Eğitim Anlayışı
Bugün bir Milli Eğitim Bakanı’nın, çağdaş eğitimi savunması ve evrensel bir eğitim anlayışı geliştirmesi gerekir. Ama Tekin, çağdaş eğitimin yanından bile geçmiyor. Onun anlayışı, bireylerin sorgulama yeteneğini yok eden, 1400 yıl öncesine öykünen bir model. Bu anlayış, sadece eğitimin değil, ülkenin geleceğinin önünde de büyük bir engel.
Bir ülke, geleceğini inşa etmek için eğitimde ilerici adımlar atmak zorundadır. Gençlerin potansiyelini açığa çıkarmayan bir sistem, sadece o gençleri değil, ülkenin geleceğini de karartır. Tekin’in söyledikleri, eğitimle ilgili ne kadar bilgisiz olduğunu ve çağın gereklerinden ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Bu zihniyet, bilime, sanata ve sorgulamaya sırtını dönmüş bir “primat zihniyeti” olarak tanımlanabilir.
Sonuç
Eğitim, geçmişe saplanmak için değil, geleceğe ışık tutmak için vardır. Bu ülkenin gençleri, yaratıcı düşünceleriyle dünyayı değiştirebilecek potansiyele sahip. Ama onları dogmalarla sınırlamaya çalışan bu zihniyet, bu potansiyeli yok ediyor. Eğitim, insanı özgürleştirmek içindir; ideolojik baskılarla köleleştirmek için değil.
Bu yazı, Tekin’in açıklamalarına bir tepki olarak yazıldı ama asıl hedefim, eğitimin ülkenin geleceği için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlatmaktı. Eğitimde reform yapmak isteyenler, geçmişe değil, geleceğe bakmalıdır.
06 Kasım 2024
Matematikte küme, farklı elemanların belirli özelliklere göre bir araya geldiği bir topluluktur. Ülkemizde de tıpkı matematikteki kümeler gibi, bazen ayrışan, bazen örtüşen üç ana topluluk, hayatın her alanında kendini gösteriyor.
İlk kümemiz, hak arayan, sesini duyurmak isteyen ve iktidarın uygulamalarına karşı çıkan insanlardan oluşuyor. Bu kitle, korkusuzca adalet talep ediyor ve bunda kararlılar. Fakat sürekli olarak devletin baskısıyla susturulmak isteniyorlar, etkileri kırılmak isteniyor. İktidar, baskıyı artırarak…
İkinci küme ise belki de en derin yaraları taşıyanlardan oluşuyor; korkuyla sindirilmiş, sessiz kalmayı seçmiş ya da buna mecbur bırakılmış olanlar. Bu insanlar, sesini çıkaramayan, korkunun gölgesinde yaşayanlar. Sessizliği tercih ediyorlar çünkü her sesin, her çıkışın karşısında büyük bir duvar olduğunu biliyorlar. Sustukça daha da bastırılıyorlar; öyle ki zamanla kendi içlerinde bile düşüncelerini özgürce ifade edemez hale geliyorlar. Altına çiş yapıp bunu annesine söyleyemeyen bir çocuk gibi, suskun bir dev misali ülkenin sessiz çoğunluğunu oluşturuyorlar; adalet istiyorlar ama bedel ödemekten çekiniyorlar.
Son olarak, devletin en sadık destekçileri gibi davranan bir topluluk daha var. Bu kitle, her koşulda iktidarın yanında duruyor ve hak talep edenlere karşı adeta kalkan görevi görüyor. Çıkarları için her türlü kötülüğü yapmaya hazır; iktidarın her kararına sorgusuz sualsiz biat eden bu grup, ülkedeki derin sorunları görmezden geliyor; ancak çıkarlarına dokunulduğunda harekete geçiyorlar. Mevcut düzenin devamı için her türlü desteği sunmaktan geri kalmıyorlar.
İktidar, baskıyı artırıp hak talep eden, baş kaldıran kitlenin direncini kırmak ve suskun, sindirilmiş kitlenin kümesini büyütmek istiyor.
Bu çarkın bir gün kırılacağına dair inanç ise her geçen gün güçleniyor. Bir toplum, baskı altına alınarak ne kadar uzun süre yönetilebilir? Bu karanlık döngü, bir noktada çatlayacak ve baskı altındaki kitlelerin sesi en sonunda duvarları aşacak. Susturulmuş kesimin sesi, sonunda adalet arayışında birleşecek; çünkü adalet talebi, bastırıldıkça büyür. Sessizlik ne kadar derinse, adaletin çığlığı da o kadar güçlü olur. Bu çark kırılacak ve adaletin sesi bir gün, herkesin duyabileceği kadar gür çıkacaktır.
29 Ekim 2024
Cumhuriyet’in ilanı, Türkiye tarihinde sadece bir yönetim değişikliği değil, aslında toplumun yapısını baştan aşağı değiştirme çabasıydı. Bu yeni düzen, halka egemenlik hakkı sundu; ancak ekonomik ve kültürel alanlarda eksiklikler, Cumhuriyet’in toplumda güçlü bir kök salmasını zorlaştırdı. Bugün, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken, özellikle ekonomik ve kültürel alanlarda yaşanan krizlerin bir varoluş kaygısına dönüştüğüne tanık oluyoruz. Yani, sadece siyasi değişimler yetmez; bu değişimlerin topluma, ekonomiye ve kültüre de yayılması gerekiyor.
Cumhuriyet’in yıllardır çözmekte zorlandığı en temel meselelerden biri de Kürt meselesi. Kürtler, bu ülkenin asli parçalarından biri, dolayısıyla azınlık değiller. Bu sorunun çözülmesi, Cumhuriyet’in geleceği için büyük önem taşıyor. İkinci yüzyılda bu meseleyi aşmak, herkesin diline, kültürüne ve kimliğine saygı duyan bir sistem kurmayı gerektiriyor. Bu adımlar atıldığında, Türkiye’nin hem iç huzuru hem de toplumsal birliği güçlenecek.
Ekonomik yapının rant odaklı hale gelmesi ise Cumhuriyet’in halka refah sağlama hedefini engelledi. Üretime dayalı, yaratıcılığı destekleyen ve bilgiye erişimi kolaylaştıran bir ekonomik sistem inşa etmeliyiz. Böylece, rant ve tüketime dayalı yapıdan üretim odaklı bir düzene geçiş yapılabilir. Bu değişim, hem toplumun refahını arttırır hem de kültürel alanda güç kazanmamıza katkı sağlar.
Bir diğer önemli alan ise eğitim sistemi. Toplumun tüm bireylerini eleştirel düşünceye, bilimsel bilgiye ve çağdaş değerlere taşıyan bir eğitim sistemi kurmak, Cumhuriyet’in demokrasi ve çağdaşlık idealleriyle uyumlu bir toplum için çok önemli. Günümüzdeki uyumsuzlukların temelinde bu eğitim eksiklikleri var. Ayrıca, tarikat ve cemaatlerin eğitim sistemine müdahalesini önleyecek tedbirlerin alınması şart. Cumhuriyet, ancak eğitimli bireyler yetiştirerek geleceğe güvenle bakabilir.
Tabii, tüm bu değişimleri hayata geçirmek için hukukun üstünlüğünü, şeffaflığı ve hesap verebilirliği esas alan bir yönetim yapısı oluşturulmalı. Bu yapı, Cumhuriyet’in temel ilkelerine sadık kalmayı ve toplumun tüm kesimlerinin haklarını korumayı mümkün kılar. Kürt meselesinde de eşitlik ve saygıya dayalı bir çözüm, bu yapının en önemli adımlarından biri olmalı.
Sonuç olarak, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında toplumun her kesimini kucaklayan ve demokratik bir düzen kuran bir sisteme ihtiyaç var. Bu değişimler, Cumhuriyet’in sağlam temeller üzerinde yükselmesini ve geleceğe umutla bakmamızı sağlayacak.
21 Ekim 2024
Bir köy düşünün: minaresi göğe uzanıyor, ezan sesi her yeri kaplıyor; camisi, Kur’an kursu, hatta kutsal kitabın kendisi orada. Dini ritüellerin hepsi yerinde, ama o köyde eksik bir şey var: insanlık. Vicdan, ahlak ve merhamet gibi insanlığın özünü oluşturan değerler yok o köyde.
Hangi köyden bahsettiğimi anlamışsınızdır sanırım. Narin’i bir çuvalın içine koyup dereye attıkları Tavşantepe köyü. Narin’i dereye atan kişi de eve gidip namaza durmuş. İşte tam da bu noktada aklımıza şu soru geliyor: Dışarıda görünen her şey tam olabilir, ama içimizde eksik olan ne? Ezan sesi yankılanabilir, dualar edilebilir, Kur’an kurslarında ayetler ezberlenebilir, kandil kutlamaları yapılabilir. Ama vicdan susmuşsa, ahlak kaybolmuşsa, merhamet çoktan ölmüşse ne anlamı var? Yere batsın o kutsallarınız! Evet, yere batsın!
Ahlak, sadece camide öğrenilen bir şey değil ki. Merhamet de kitaptan ezberlenen bir ders değil. Ahlak ve merhamet, insanın kalbine kazınmalı ve eylemlerine yansımalı. Ahlak ve merhamet, insanın kalbine, yalnızca başkalarının acısına dokunabildiğinde ve vicdanını her durumda rehber edindiğinde kazınır. Yoksa Narin gibi nice masum, bu dünyada en ağır şekilde bedel ödemeye devam eder.
Toplumsal yapıyı ayakta tutan şeyler yalnızca dini ritüeller ve inanç değil, aynı zamanda insanın özünde taşıdığı değerlerdir. Bu değerler eksik olduğunda, hiçbir kutsalın anlamı yok.
İnsanın özünde taşıdığı değerler nelerdir? Bunlar, vicdan, adalet, sevgi, dürüstlük ve saygıdır. İnsanı insan yapan bu değerlerdir. Bir insan, vicdanı sayesinde yanlışı doğruyu ayırt eder. Adalet duygusu ona haksızlığa karşı durmasını öğretir. Sevgi, sadece kendi çevresine değil, tüm insanlığa karşı bir bağlılık yaratır. Dürüstlük, insanın hayatında en büyük rehberdir ve saygı, karşısındakine duyduğu değerin en temel göstergesidir. Bu değerler, insanın sadece dini eğitimle değil, aileden, toplumdan, okuldan ve en önemlisi yaşam deneyimlerinden kazandığı derslerle şekillenir.
O köyde eksik olan şey belliydi: vicdan, ahlak ve merhamet. Bunlar olmadan ne camiler, ne ezanlar ne de kutsal metinler kurtarabilir bir toplumu. Vicdanın körelmişse, ahlakın çürümüşse, merhametin yitmişse o ezanlar da, o dualar da boş bir bağırtıdan ibaret kalır.
Bir insana, hele ki bir çocuğa kıymışsan, yere batsın senin ibadetlerin, duaların! Kutsal kitabın sadece kapağını açıp vicdanını kapattığın sürece, senin için kurtuluş yok. Evet, kutsalların ardına saklanıp insanlığını kaybetmişsen, o köy de batsın, o ibadet de batsın. Gerçek kutsallık kalpte olur; kalbinde merhamet yoksa, gerisi sadece gösteriştir, yalandır.
18 Ekim 2024
Bu ülkenin insanları olarak, yolcu garantili otoyollara, geçiş garantili köprülere, yolcu garantili havaalanlarına çoktan alıştık. Fakat, şimdi bebek ölümleriyle anılan ‘özel hastaneler’ fikrine nasıl alışacağız?
Sistem, tek bir amaca hizmet ediyor: Çarkları döndürmek ve kasaları doldurmak. Bu amaç uğruna, masum bebekleri bile acımasızca öldürmüşler.
İnsan ister istemez şu soruyu sormadan edemiyor: Yetişkinler için hastanelerde hangi ölüm tuzakları kurulmuş olabilir? Bu da kesinlikle araştırılmalı.
Adı geçen özel hastanelerin yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde yaşanan ölümler, bu sistemin ne kadar vahşice işlediğini açıkça ortaya koyuyor. Bu yerler, bebeklerin hayatlarının yalnızca birer istatistik olarak görüldüğü, soğuk mekanlara dönüşmüş meğer.
Gerçekten bu ülkede, ‘bebek öldürmek garantili hastaneler var mıymış? Ne yazık ki, cevap evet.
Artık bu ülkede, ister hastanede, ister trafikte, isterse hakkınızı aramak için gittiğiniz bir mahkemede, her an kötü bir şeyle karşılaşmanız neredeyse garanti.
Sistemin insanları yalnızca birer gelir kalemi olarak gördüğü bu düzen, merhametten uzak, acımasızca işliyor. Sadece verilen garanti sayılarını tutturmak için bir kuruma gittiğinizde başınıza her şey gelebilir.
Çiftçilere mahsul garantisi verilmek yerine, bankalara borç garantisi sunuluyor. Eğitimde başarı garantisi yerine, sadece kayıt garantisi sağlanıyor. Geçiş garantili otoyollar, ölüm garantili hastaneler… Bebeklerin bile hayatları, bu düzenin acımasız dişlileri arasında eziliyor.
Sistem o kadar açgözlü ki, nereye kadar böyle devam edecek? İnsan hayatı, rakamlara ve istatistiklere indirgenmiş.
Vicdansızca işleyen bu sistemin mimarları, ‘dindar nesil yetiştireceğiz’ diyen dindar siyasetçiler değil mi? Dindar nesil yetiştireceğinize, hakka hukuka dayalı, insan hayatını ve onurunu ayaklar altına almayan bir sistem kursaydınız keşke.
Bir gün bu ülkede, insanlığın ve merhametin de garanti altına alındığı bir düzen kurulabilir mi? Kim bilir… Ama bugün, bu sistem sadece can alıyor; her geçen gün biraz daha fazla.
16 Ekim 2024
Devlet Bahçeli’nin son dönemde Dem Partililerle kurduğu sıcak temas, siyaset çevrelerinde yeni bir Kürt açılımı ihtimalini gündeme getirdi. Bu adım, Türkiye’nin bölgesel ve küresel şartlar karşısında bir manevra olarak değerlendiriliyor.
İlk Kürt açılımı, Türkiye’nin Kürt sorununu çözmek için atılmıştı, ancak PKK terörü ve siyasi belirsizlikler yüzünden başarıya ulaşamadı. O günden bugüne, güvenlik eksenli politikalar öne çıkarıldı. Şimdi ise bölgesel gelişmelerin etkisiyle bu konunun yeniden gündeme geldiği görülüyor.
İran’da yaşanan iç karışıklıklar ve parçalanma senaryoları, bölgedeki Kürt gruplarının geleceğini yeniden tartışmaya açtı. Türkiye, sınır güvenliği ve iç barış açısından bu durumu bir tehdit olarak algılıyor. Bahçeli’nin ikinci bir Kürt açılımına yönelmesi, Kürt sorununu çözme iradesinden çok, bu baskılara verilen stratejik bir tepki olarak görülmeli. İran’ın parçalanma senaryoları gündemde olmasaydı, Bahçeli’nin böyle bir açılım yapma ihtimali neredeyse sıfıra yakındı. Bu da Türk devlet aklının Kürt sorununu çözme konusunda ne kadar samimiyetsiz olduğunun bir kanıtı.
İkinci Kürt açılımı, bölgesel dengeyi koruma hedefi taşısa da, kısa vadeli bir hamle gibi duruyor. Irak ve Suriye’deki Kürt grupların geleceği, Türkiye’nin güvenlik stratejisinde önemli bir yere sahip, ancak bu açılımın kalıcı bir çözüm getirmeyeceği açık.
Sonuç olarak, Bahçeli’nin Dem Partililerle teması, İran üzerindeki bölgesel gelişmelerin etkisiyle yapılan bir adım. Bu, Türk devlet aklının Kürt sorununa dair samimiyetsizliğini ve ancak dış etkenlerle harekete geçtiğini bir kez daha ortaya koyuyor.
Kalın sağlıcakla
15 Ekim 2024
Daron Acemoğlu, ekonomi dalında Nobel ödülü alan bir bilim insanı olarak, bir makalesinde, “hukukun üstünlüğünün zayıf olduğu ve halkı sömüren kurumların bulunduğu toplumlarda sürdürülebilir gelişim ve ilerlemenin mümkün olmadığını vurgulamıştır. Makalesinin devamında, hukukun zayıf olduğu toplumların reform ihtiyacını görmezden geldiğini ve statükoyu koruma yoluna gittiğini belirtmiştir. Bu tür toplumlarda, halkın hizmetinde olması gereken kurumların çıkar çevrelerine hizmet etmeye başladığında, adalet duygusunun zedelendiği ve güvenin sarsıldığına dikkat çekmiştir.”
Yolsuzlukla etkin bir mücadele verilmediği ve hesap verebilirlik sağlanmadığı sürece, sosyal kalkınma ve ekonomik ilerlemenin bir hayal olarak kalacağını ifade etmiştir.Güçlü bir hukuk devleti ve şeffaf bir yönetim olmadan, adil bir toplumun inşa edilemeyeceğini ve toplumsal barışın sağlanamayacağını vurgulamıştır.”
Gelelim şu 750 TL meselesine:
Devletin, ekonomik sıkıntıların her geçen gün daha da derinleştiği bir dönemde vatandaşın kredi kartından 750 TL kesmeye muhtaç hale gelmesi, aslında büyük bir çöküşün ifadesidir. Bu, yalnızca hukukun zayıflamasının değil, aynı zamanda toplumun suskunluğunun bir sonucudur. Sessizlik ve kayıtsızlık, bazı yüzsüz siyasetçilerin daha da sorumsuzca açıklamalar yapmasına zemin hazırladı.Mustafa Destici’nin, 750 TL’yi ödemeyenlere yönelik “Ermeni” ya da “vatan haini” gibi aşağılayıcı ve ölçüsüz ifadeleri, bu sorumsuzluğun çarpıcı bir örneğidir. Bu tür söylemler, vatanseverlik gibi kavramların içinin nasıl boşaltıldığını gözler önüne serdi.Kendi kızını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne torpille yerleştirirken halktan fedakarlık bekleyen bir siyasetçinin bu tutumu, sistemin ne kadar çürüdüğünün açık bir göstergesidir.
Yolsuzluk, rüşvet ve Mustafa Destici’nin başkanlığındaki parti adı altında örgütlenmiş çıkar gruplarının devlet mekanizmasına müdahalesi derinleştikçe, hukuksuzluk normalleşir. Toplum bu duruma sessiz kaldıkça, hukuksuzluğun bir parçası haline gelir. Böyle bir ortamda yalnızca ekonomi değil, toplumun vicdanı da derinden yaralanır. Ancak bu noktada en büyük sorumluluk yine topluma düşmektedir. Adaletin sağlanması, yolsuzlukla mücadele edilmesi ve şeffaf bir yönetim talep edilmedikçe, bu yozlaşma devam edecektir. Halk seyirci kaldığında, bu bedel yalnızca devlet tarafından değil, her bir birey tarafından ödenecektir.
Unutulmamalıdır ki adil ve şeffaf bir sistem talep eden bir toplum, yalnızca ekonomik gelişmeyi değil, aynı zamanda toplumsal güveni de yeniden inşa edebilir.
Kalın sağlıcakla
13 Ekim 2024
Son günlerde Türkiye’nin önde gelen markalarından biri olan Köfteci Yusuf’un bazı ürünlerinde domuz eti bulunduğu iddiası, toplumda büyük yankı uyandırdı. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın bu yönde yaptığı açıklama, sadece gıda güvenliği ile ilgili değil, devletin itibarı ve hukuk sistemine olan güvenin sorgulanmasına neden oldu. Bir kesim bu iddiaların devletin markaya “çökme” girişimi olduğunu düşünüp iftira atıldığını savunurken, diğer kesim devlete gözü kapalı güveniyor. Ancak, asıl mesele çok daha derin: Bu olay, hukuka ve devlete olan güvenin zayıfladığını bir kez daha gözler önüne seriyor.
Gazeteci Saygı Öztürk, Köfteci Yusuf (Yusuf Akkaş) ile ilgili yazılarında, özellikle “domuz eti kullanma” iddiaları ve organize suç örgütlerinin baskılarından bahsetmişti. 2021’deki bir yazısında, Akkaş’ın bu örgütlerin tehditlerine maruz kaldığını, işine çökme girişimleriyle karşılaştığını belirtmişti. Bu tehditlerden biri, “domuz eti kullandığını yayma” iddiasıydı ve Öztürk, bu suçlamaların bir kumpas olduğunu vurgulamıştı. Ayrıca, Öztürk’ün yazılarında Sedat Peker’in adının geçtiği ve bazı kişilerin Peker adına Akkaş’a yaklaşarak çıkar sağlamaya çalıştıklarını yazmıştı. Bu bağlamda, iddiaların yalnızca bir gıda güvenliği meselesi olmadığı, aynı zamanda büyük çaplı organize suç ağlarının bir uzantısı olduğu düşünülebilirdi.
İktidarın geçmiş seleflerinden rahmetli Necmettin Erbakan, sürekli olarak “adil düzen” vurgusu yapardı. Bugünkü yönetim de aynı vaatle yola çıkmış olmasına rağmen, adil düzen yerine yolsuzluklarla dolu, adi bir düzen inşa etti. Bu durum, hem hukuka güveni sarstı hem de devletin itibarını zedeledi. Vatandaşlar arasında, devletin tarafsız ve şeffaf olmadığına yönelik yaygın bir inanç oluştu. Bunun en somut örneklerinden biri olan Köfteci Yusuf olayında, halkın bir kısmı bu tür iddiaları bir çökme girişimi olarak yorumluyor. Devletin itibarına ve güvenilirliğine olan bu inanç kaybı, toplumsal huzursuzluk yaratırken ekonomiyi de doğrudan etkiliyor.
Daha önce de Koza-İpek Grubu’na kayyum atanması, Boydak Holding’e el konulması gibi olaylar kamuoyunda tereddütle karşılanmıştı. Ülker Grubu’na yapılan baskılar da çökme şeklinde değerlendirilmişti. Bu tür müdahaleler, devletin tarafsızlığı konusunda ciddi şüpheler yaratmış, devlete ve hukuka olan güveni zayıflatmıştır.
Bir ülkenin en büyük dayanağı, hukuk sistemine olan güvendir. Hukukun olmadığı bir ortamda ne ekonomi ne de sosyal yapı sağlam kalabilir. Hukukun eksikliği, dışarıdan gelen yatırımcılar açısından büyük bir soru işareti yaratır. Türkiye’ye yatırım yapmayı düşünen bir yabancı yatırımcı, bu tarz olaylar karşısında nasıl bir tavır takınır? Hukukun işlediğine, adil rekabet ortamının sağlandığına inanmadığı bir ülkede yatırımlarını güvenle yapabilir mi?
Türkiye’de hukukun üstünlüğüne duyulan güven azaldıkça, yerli ve yabancı yatırımcılar da tereddüt yaşamaya başlamıştır. Hukukun eksikliği, sadece yerel işletmeleri değil, küresel piyasalardaki yerimizi de tehdit eder. Bir ülkede adalet sistemine duyulan güven, vatandaşların günlük yaşamlarına kadar etkisini gösterir. Hukuk, sadece adalet değil, ekonomi, güven ve nihayetinde yaşamın kendisidir. Bir ülkede adalet yoksa, o ülkede hiçbir şeyin anlamı yoktur; çünkü adaletin olmadığı bir ülkede devlet, büyük bir çeteden başka bir şey değildir. (Augustinus)
Kalın sağlıcakla.
10 Ekim 2024
Trafikte ve sokakta yaşanan şiddet olayları, son zamanlarda hepimizin dikkatini çekiyor. Küçük bir tartışma ya da yol verme meselesi bir anda kavgaya dönüşüyor, hatta bazen bu olaylar çok daha ciddi sonuçlar doğurabiliyor. Hepimiz bir noktada “hızlı ve öfkeli” olabiliyoruz, ancak işin sonunda neyle karşılaşacağımızı düşünmeden hareket etmek büyük bir hata olabilir. Peki, neden bu kadar öfkeliyiz? Neden basit sorunlar büyük krizlere dönüşüyor?
Bu sorunun en büyük sebeplerinden biri, ekonomik zorluklar. İşsizlik, geçim sıkıntısı, maddi kaygılar hepimizin hayatını zorlaştırıyor. Günlük hayatta zaten stres altındayken, trafikte karşılaştığımız en ufak bir sorun bile öfkemizin tetiklenmesine neden olabiliyor. İnsanlar bu tür gerilimlerle baş edemediğinde, maalesef şiddet çözüm gibi görünmeye başlıyor. Oysa bu öfkenin bedeli çok ağır olabiliyor. Bir anlık öfke patlaması, hayatları altüst edebilir; özgürlüğümüzü, sevdiklerimizi kaybetmemize yol açabilir.
Bir diğer sorun da eğitim eksikliği. Eğitim sadece derslerde öğrenilen bilgilerle sınırlı olmamalı; sabır, empati ve topluma saygı gibi değerleri de öğretmeli. Ancak, maalesef birçok insan bu değerlere sahip değil ya da nasıl uygulayacağını bilmiyor. Bu da trafikte ve günlük yaşamda daha fazla çatışmaya neden oluyor. İnsanlar daha anlayışlı olmayı başaramayınca, küçük sorunlar büyüyor ve sonunda trafikte ve sokakta kavgalar kaçınılmaz hale geliyor.
Buna ek olarak, medya ve sosyal medya da bu öfkeyi besliyor. Şiddet içeren içerikler sıkça karşımıza çıkıyor ve maalesef bu görüntüler özellikle gençler üzerinde olumsuz bir etki yaratıyor. Şiddet normalleşiyor, hatta bazen çözüm yolu gibi gösteriliyor. Sonuç olarak, zaten gergin olan insanlar bu içeriklerden etkileniyor ve trafikte ya da günlük hayatta daha agresif davranışlar sergiliyor.
Kuşaklar arasındaki iletişim kopukluğu da önemli bir etken. Gençlerle yaşlılar arasında artan anlaşmazlıklar, özellikle trafikte daha belirgin hale geliyor. Bu da küçük bir sorunun hızla büyük bir çatışmaya dönüşmesine neden olabiliyor. Bunun yanı sıra ,yalnızlık hissi ve sosyal ilişkilerin zayıflaması da insanları daha tahammülsüz yapıyor. İnsanlar birbirine karşı empati kuramayınca, karşılaştıkları sorunları şiddetle çözmeye çalışıyorlar.
Ayrıca yine, devlet büyüklerinin kullandığı sert ve argo dil de toplumsal gerilimi artıran unsurlar arasında yer alıyor. “Ananı da al git” veya “Bunlar çürük, bunlar sürtük” gibi ifadeler, topluma olumsuz bir örnek teşkil ediyor ve halk arasında öfkenin normalleşmesine yol açıyor. Devlet büyüklerinin, toplumu sakinleştiren ve yönlendiren bir dil kullanması bu yüzden büyük önem taşıyor.
Trafikte şiddetin önüne geçmenin en etkili yolu, sakin kalmayı öğrenmektir. Öfkemizi kontrol etmek hem bize hem de karşımızdakine en büyük iyiliktir. Bir anlık sinir, telafisi imkânsız sonuçlar doğurabilir. Hepimiz zor anlar yaşıyoruz, ancak sabır göstermek, hayatımızı altüst edecek olayları önleyebilir.
Şiddet asla çözüm değildir. Hızlı ve öfkeli olmak cazip gelebilir, ancak bunun bedeli çok ağır olabilir. En büyük kazanç, sevdiklerinize sağ salim ulaşmaktır.
07 Ekim 2024
Günümüz gençliğinde ilişkiler, genellikle yüzeysel bir çerçevede şekilleniyor.
Ağızlarda kırık dökük üç beş cümle: “Ne haber kanka?”, “Nasılsın bro?”, “Napıyon hacı?”, “Selam baba, ne var ne yok?” gibi ifadeler, sanki iletişim kuruluyormuş gibi görünse de aslında derin duyguların paylaşılmadığı, neredeyse otomatikleşmiş cümleler. Bu tür sohbetler, duygusal çözünürlüğün ve gerçek içtenliğin eksikliğini gözler önüne seriyor. Duygu çözünürlüğü, bir insanın hissettiklerini anlamlandırması, bunları ifade etmesi ve karşısındakiyle samimi bir şekilde paylaşması anlamına gelir. Ancak, böylesine basit ve yüzeysel diyaloglarda bu kapasitenin varlığından bahsetmek zor.
Gençler arasında birçok ilişki, sadece günlük ihtiyaçları gidermek için var gibi. Örneğin, bir arkadaş buluşmasında, gençler arasında kimsenin farkına varmadığı bir otistik durum söz konusu; herkes eline telefonunu alıp, ekranlara gömülüyor. Göz göze gelmek, sohbet etmek artık neredeyse lüks olmuş durumda. Bu yüzden gerçek bir bağ kurmak da zorlaşıyor. “Bir şeyler içelim mi?” diye başlayan konuşmalar, birkaç yüzeysel cümleden sonra sona eriyor. İlişkiler sadece fiziksel olarak bir arada bulunmaya dönmüş; duygular ve düşünceler ise geri planda kalıyor.
Bu sadece arkadaşlıklarla sınırlı değil. Romantik ilişkilerde de benzer bir durum yaşanıyor. Bu romantik ilişkiler başladığında gençler bir süre sonra çok hızlıca ayrılıyorlar. Ayrıldıktan sonra “Neden ayrıldın?” diye sorulduğunda ise “Sıkıldım”, “İyi hissetmedim” ya da “Enerjimiz tutmadı” gibi yüzeysel cevaplar alınıyor. Bu da ilişkilerin derinleşmesini engelliyor.
Sosyal medya üzerinden kurulan ilişkiler ise tamamen yüzeysel. Bir kişiyle gerçekten konuşmak yerine, sadece mesajlaşmak ya da “story”lere bakarak varsanılan bir dünya var. Bu ortamda insanlar, bir süre sonra birbirlerine gerçek hislerini söylemek yerine, sanal beğeniler peşinde koşuyorlar. “Bana mesaj atmamış ama hikayemi izlemiş” gibi cümleler, samimiyetsizliğin bir göstergesi haline geldi.
Sonuçta, bu yüzeysel ilişkiler gençleri tatmin etmiyor. Bir süreliğine eğlenceli ya da rahatlatıcı gelse de, uzun vadede insanlar yalnız ve boşlukta hissediyor. Derin duygusal bağlar kurmak zorlaşıyor, çünkü kimse gerçekten açılmıyor. İlişkilerde duygusal çözünürlük eksikliği, yani kişinin duygularını anlaması ve ifade etmesi sorunu, ilişkilerin bu kadar yüzeysel kalmasının en büyük nedenlerinden biri.
Gerçek ve anlamlı ilişkiler, karşılıklı duygusal paylaşımla mümkün olabilir. Bunun için de önce kendimizi ve duygularımızı tanımamız, sonra karşımızdaki kişiye açık olmamız gerekir. Yoksa yine “boş yapma” deyip geçerler.
05 Ekim 2024
Toplum olarak içimize işlemiş bir kötülüğün pençesindeyiz. Bugün İstanbul’da yaşanan olaylar, ülkenin derinlemesine çürümüş bir halini gözler önüne seriyor. Genç bir kadının acımasızca katledilmesi, polisimizin sokak ortasında canice öldürülmesi, ardından bir başka akıl tutulması daha yaşanıyor ve gencecik bir kızın başı kesiliyor. Bu vahşet artık bir film sahnesi değil, hayatın ta kendisi. Suç, birer istatistikten ibaret değil; bizzat evimizin kapısına dayanan bir tehdit. Her gün, her saat bir yenisi ekleniyor. Bir sonrakinde kimin mağdur olacağı sadece bir an meselesi.
Toplumun gözünde eriyen adalet ve güvenlik duygusu, yerini korku ve çaresizliğe bırakıyor. Siyasi çıkarlar uğruna yapılan ayak oyunları, halkın kaderini belirler hale geldi. Kurumlar, asli görevlerini unutmuş, güce tapan bireyler ise her geçen gün vicdanlarını daha derine gömmekte. Kitle iletişim araçlarıyla beyinler uyuşturuldu, insanlar kötülüğe karşı duyarsızlaştırıldı. Ahlaki değerler yerle bir olmuş durumda; kötülük, bir salgın gibi her köşeye sızmış. Artık bu ülkenin kökleri sarsılıyor ve geleceğe dair umutlar bir bir kararıyor.
Bu karanlık atmosferde, özellikle İstanbul sokakları bir cehennemden farksız. Her köşe başında bir tehlike kol geziyor. Kendinizi korumak isterken, bir anda suça bulaşan birine dönüşmekten korkuyorsunuz. Şiddet öyle bir seviyeye ulaştı ki, sıradan bir günün içinde bile hayatınızı kaybetme riskiyle karşı karşıyasınız. Toplumun gidişatı tam anlamıyla bir felaket senaryosu.
Bu ülkede acil bir değişim şart. Bu kadar güzel bir coğrafyada, bu kadar acı ve karanlık içinde yaşamak kaderimiz olmamalı. Fakat bu girdaptan çıkmak için önce kendimize sorular sormamız ve doğru cevapları bulmamız gerekiyor. Toplumsal dayanışmayı yeniden canlandırmadıkça, bizi bekleyen son belli: Her geçen gün daha derin bir uçurum.
Artık daha fazla zaman kaybetmemeli ve bu kötülüğü yok edecek adımlar atmalıyız. Yoksa bu karanlıkta boğulup gideceğiz.
28 Eylül 2024
Orta Doğu’da asırlardır süregelen ölümler, Müslüman coğrafyanın akıl ve bilimi rehber edinmemesinin ağır bir bedeli olarak karşımızda duruyor.. Şeyh, gavs, evliya seyyid,molla gibi içi boş figürler, hayatı anlamlandırmanın merkezine oturtuldu ve bu anlayış, hayatı derinlemesine açıklamanın yerini aldı. Oysa hayata anlam vermek ile onu akıl ve bilimle açıklamak arasında büyük bir fark var. Bu farkı göz ardı eden Müslüman toplumlar, hayatın karmaşık yapısını anlamaya ve açıklamaya yönelik en önemli araçlar olan akıl ve bilimi geri plana itti.
Kutsal topraklarda şeytan taşlayarak nefsini düzeltmeye çalışırken, insan, öz benliğini dönüştürmenin derin anlamını kaçırdı. Sorunun kökenine inmek, hayatı sadece anlamlandırmakla değil, onu bilimsel ve akılcı bir temele dayandırmakla mümkündü. Ama bu yapılmadı. Yüzyıllar boyunca bu coğrafyada şeytan taşlandı, ama ne şeytan öldü ne de nefis düzeltilebildi. Öldürülemeyen şeytandan kurtulmanın çaresi yine şeyhlerin, gavsların ve evliyaların kapılarında arandı. Bu döngü, İslam dünyasını adeta bir Bermuda Şeytan Üçgeni gibi içine çekti; akıl ve bilimden uzaklaştıkça toplumlar bu üçgenin içinde kayboldu.
Bu kısır döngü, Müslüman dünyanın ruhunu ve benliğini köreltti. Bugün Orta Doğu’da devam eden savaşlar, büyük acıların yaşanmasına neden oluyor. Binlerce insan hayatını kaybetti ve bu ağır bedel hâlâ ödeniyor. Üstelik İslam dünyası, nerede yanlış yaptığını hâlâ tam anlamıyla sorgulayamıyor. Akıl kullanılmadıkça, ödenen bedel daha da ağırlaşacak gibi duruyor.
Batı dünyası akıl ve bilimi merkeze alarak ilerlerken, İslam coğrafyasındaki birçok ülke bu gelişmeleri göz ardı etti. Bu ihmalkarlığın bedeli yalnızca can ve fiziksel kayıplarla sınırlı kalmadı, aynı zamanda İslam dünyasında derin bir içsel çözülüşe de yol açtı.
Bu çözülüşün en belirgin işaretlerinden biri, akıl ve bilimin yerine dogmatik düşüncelerin hâkim olmasıyla birlikte, eğitim ve düşünce özgürlüğünün yerini katı geleneklerin ve sorgulama karşıtı tutumların almasıdır; bu da eleştirel düşüncenin körelmesine ve entelektüel gelişimin durmasına neden oldu
Bugün geldiğimiz noktada, İslam dünyası hâlâ “Nerede yanlış yaptık?” sorusunu yeterince derinlemesine sorgulayamıyor. Oysa bu coğrafyanın kurtuluşu, şeyhlerin ve gavsların ellerinde değil; aklı, bilimi ve sorgulamayı yeniden inşa etmekte yatıyor.
Orta Doğu’daki bu trajediyi anlamak için artık geçmişe körü körüne bağlı kalmamak, aklı rehber edinmek ve dünyadaki ilerlemelere ayak uydurmak zorundayız. Bu topraklarda huzur ve barışın sağlanması için akıl ve bilimle yeni bir uyanışa ihtiyaç var. Aksi takdirde tarih boyunca kesilen bu ağır cezalar artarak devam edecek.
18 Eylül 2024
Halk denildiğinde çoğumuzun aklına büyük bir güç gelir. Her zaman doğruyu bilen, adil ve sağduyulu olarak düşünülür. Ama gerçekte bu böyle değildir. Halkı yüceltmenin, onu kutsal bir varlık gibi görmenin bir anlamı yoktur. Çoğu zaman halkın adil, özgürlükçü ya da doğru kararlar aldığına inanmak boşunadır. Çünkü halkta bu niteliklerin çoğu zaman hiçbiri bulunmaz.
Devrimciler genellikle halkı idealize eder, halk uğruna mücadele verir. Ancak bu, romantik bir bakış açısıdır. Halk dediğimiz topluluk, çoğunlukla kendi çıkarlarını düşünür. Değişimden korkar, alıştığı düzeni bozmamayı tercih eder. Özgürlük mü? Eğer o özgürlük, rahatını bozmayacaksa belki. Ama zorlayıcı bir durum söz konusu olduğunda, özgürlüğü kolayca feda eder. Halk, korkuları, endişeleri ve günlük çıkarlarıyla hareket eder.
Halk, yönetenler için şunu bile söyler: “Adamlar çalıyorlar ama çalışıyorlar da.” İşte halk böyle; bu cümleleri bile kurabilir. Çünkü bazen çıkarlar, adaletin ve doğrunun önüne geçer. Halk, sanıldığı gibi yanılmaz değildir. Hataya açık bir topluluktur. Çoğu zaman kendine benzeyen kişiyi seçer, kendi rahatını düşünür. Neden? Çünkü manipüle edildiği için mi? Hayır, doğal bir refleksle hareket eder. Korkularıyla, alışkanlıklarıyla, hatta çıkarlarıyla karar alır. Hatta bazen, kendi zararına bile kararlar verir.
Bu iddiamızı desteklemek için halkın verdiği kararların sonuçlarına bir göz atalım. Dünya Yolsuzluk Algı Endeksi’ne baktığımızda, Türkiye’nin son yıllarda nasıl bir erozyona uğradığını görüyoruz. 2012’de 49 puanla 54. sıradayken, 2024’te 34 puana düşerek 115. sıraya gerilemiş durumda. Bu gerileme, halkın yaptığı yanlış tercihler ve devletin şeffaflık, etik ve adaletten uzaklaşmasının bir sonucudur. Halk doğru kararlar verseydi, ülkemiz bu kadar geriler miydi? Yolsuzlukla mücadelede daha ciddi adımlar atılır, “Kamu İhale Kanunu” defalarca değiştirilmezdi.
Sonuç olarak, halkı abartmanın ve ona yanılmaz bir güç atfetmenin anlamı yoktur. Halk da bizim gibi insanlar. Hata yapar, korkularına yenik düşer, bazen yanlış kararlar verir. Onu idealize etmek yerine, gerçekçi bir gözle bakmak zorundayız. Ancak şunu kabul etmemiz gerekir: Hatasıyla, eksiğiyle bu halk hepimizin bir parçası.
Son sözü Jean-Jacques Rousseau söylesin: “Halklar özgürlüğü elde edebilirler, ama onu ellerinde tutmayı bilemeyebilirler.”
12 Eylül 2024
Masum bir kız çocuğu olan Narin Güran, köyünde vahşice öldürüldü.
Bu korkunç olayın ardından, köydeki herkes cinayetin arkasındaki gerçekleri biliyordu, ancak kimse konuşmadı,hâlâ da konuşmuyor.
Sessiz kalarak herkes suça ortak oldu.
Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi romanında anlatılan Santiago Nasar’ın öldürülmesiyle büyük bir benzerlik taşıyan bu olayda da, insanlar Santiago’nun öldürüleceğini biliyordu, ancak sessiz kaldılar.
Onu kurtarmak için kimse harekete geçmedi. Narin Güran cinayetinde de herkes gerçeği biliyor, ama kimse konuşmuyor.
Bu trajik sessizlik sadece Narin Güran’ın köyüyle sınırlı değil. Türkiye’de birçok kadın, eşleri ya da eski sevgilileri tarafından tehdit ediliyor ve şiddet görüyor.
Çevrelerindeki insanlar, bu kadınların tehlikede olduğunu biliyor.
Ancak çoğu zaman ne aileler ne de toplum onları koruyamıyor.
Tıpkı Kırmızı Pazartesi’de olduğu gibi, herkes gerçeği bilse de sessizlik bu trajedileri körüklüyor.
Kadınlar defalarca yardım istese de, sonunda göz göre göre öldürülüyorlar.
Her yeni kadın cinayeti, toplumun kolektif sessizliğinin bir sonucu olarak yeni bir Kırmızı Pazartesi yaşanmasına neden oluyor.
Bu noktada, ülkemizin simgelerinden biri olan Türk bayrağının üzerindeki kırmızı renk, bana artık sadece şehitlerimizin kanını değil, her gün öldürülen kadınların kanını da anımsatıyor. Türkiye’de kadın cinayetlerinin artışı, vicdanları kanatır hale geldi.
Belki de bugüne kadar öldürülen kadınların sayısı, şehitlerimizin sayısını aşmıştır.
Bu kanlı tablo, ulus olarak artık kanın içinde boğulma noktasına geldiğimizi gösteriyor.
Sonuç olarak, Türkiye’de kadın cinayetleri, bir ‘Kırmızı Pazartesi’ trajedisinin her gün yaşanan versiyonu haline gelmiş durumda.
Kadınların öldürüleceği bilindiği halde, sessizlikle karşılanan bu trajediler, toplumsal duyarsızlığın, bireysel sorumsuzluğun acı sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Dostoyevski’nin dediği gibi, "Kadına şiddet insanlığa ihanettir." Peki, bu ihaneti daha ne kadar görmezden gelip sürdüreceğiz?
11 Eylül 2024
Kürt sorunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana en karmaşık meselelerden biri olarak varlığını sürdürüyor. Hem tarihsel hem de sosyo-politik açıdan derin kökleri olan bu mesele, farklı dönemlerde farklı yaklaşımlarla ele alındı.
Özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yoğun olarak yaşayan Kürt halkının kültürel, dilsel ve siyasal hak talepleri, Türkiye’nin siyasi atmosferinde zaman zaman büyük gerilimlere ve çatışmalara yol açtı.
Bu talepler, zamanla daha geniş bir boyut kazanarak bazı Kürt grupları tarafından bağımsız bir devlet kurma arzusuna dönüştü.
Özellikle bu sürecin önemli bir dönüm noktası, 1978 yılında PKK’nın kurulmasıyla başladı. 15 Ağustos 1984’te PKK, ilk eylemini Siirt’in Eruh ilçesinde gerçekleştirdi. Bu eylemin ardından PKK, Türkiye Cumhuriyeti tarafından terör örgütü ilan edildi.
Ancak, Kürtlerin “Kürt Kuvâ-yı Milliyesi” olarak gördükleri bu hareket, yalnızca Türk devletiyle çatışmakla kalmadı, bölgedeki diğer Kürt örgütleriyle de alan hâkimiyeti sağlamak için çatışmalara girdi.
PKK, aynı zamanda aşiret yapısını kırma amacıyla kendi halkına da şiddet uyguladı.
Bunun bir sonucu olarak, örgüt güçlendi ancak Kürt halkı içindeki bölünmeleri de derinleştirdi. Net olarak söyleyebiliriz ki, bu hareket Kürt milliyetçiliği duygularını kamçıladı ve Kürtler arasında devlet kurma umudunu güçlendirdi.
Bu tarihsel tespitlerden sonra çözüm noktasındaki zorluklara gelince,bu zorluklar sadece Türkiye ile sınırlı değil.
Kürt sorunu yalnızca Türkiye ile sınırlı olsaydı çözümü belki de çok daha kolay olurdu.
Fakat bu mesele, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de yaşayan geniş Kürt nüfusunun devlet kurma talepleriyle uluslararası bir boyut kazandı. Dolayısıyla Kürt sorunu, sadece bölgesel dinamiklerle sınırlı kalmadı; uluslararası aktörlerin de dahil olduğu bir mesele haline geldi.
Bu noktada, özellikle ABD’nin Kürtlere verdiği desteğin önemli olduğunu düşünüyorum. ABD’nin bu desteği, Kürtler arasında devlet kurma hayalini güçlendiren önemli bir faktör.
Çözüm noktasında; sıkça duyduğumuz “Türkler ve Kürtler kardeştir” söylemi, sorunu çözmek için duygusal bir çerçeve sunmanın ötesinde, somut bir değer taşımıyor. Yüzlerce yıldır alt kültürün dili olan Kürtçe’den tek bir kelimenin bile Türkçeye geçmemiş olması, bu iki kardeş halk arasındaki kültürel statü farkının ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Halklar arasındaki bu kültürel statü farkı, toplumsal gerilimlere, ayrımcılığa ve ötekileştirmeye yol açtı. Bu durum, Kürt halkının kimliğine yönelik bir baskı hissetmesine neden oldu.Aidiyet duygusunu zedeledi ve psikolojik sorunlara yol açtı. Kürt sorununun somut bir sorun olduğu kadar psikolojik bir yanının olduğu da yadsınamaz.
Günümüze gelecek olursak;
Bugünün Türkiye’sinde Kürtleri temsil eden HDP ve devamı olan DEM partisinin sosyal, kültürel ve dilsel talepleri, artık geçmişteki kadar anlamlı değil.
Çünkü,İran, Irak, Suriye ve Türkiye’deki Kürtlerin talepleri, yalnızca kültürel ve dilsel haklarla sınırlı değil.
Orta Doğu’daki Kürtler, açıkça bir Kürt devleti kurma arzusunu dile getiriyor. Bu bağlamda, HDP’nin “Türkiye halkı” söylemiyle Kürt kimliğine yer açma çabası ve Kürtçe tabela taleplerini yalnızca küçük kazanımlar elde etme girişimleri olarak görmek gerekir.
Asıl hedefin, bölgede bir Kürt devleti kurmak olduğu çok açık. Kürtler de biliyor ki, Türkiye halkı söylemiyle – Türk kimliğini törpüleyerek – Kürt kimliğine yer açmak, mümkün değil.
Orta Doğu’nun bu karmaşık ve kanlı coğrafyasında, devletinizi ve kimliğinizi ancak mücadeleyle inşa edebilirsiniz.
Cumhuriyetin kuruluşundan beri süren bu kanlı sürecin nasıl sonuçlanacağı, bölgedeki ülkelerin tutumuna, Kürt halkının silahlı mücadeleyi sürdürüp sürdürmeyeceğine ve uluslararası aktörlerin, özellikle ABD’nin, bu konudaki politikasına bağlı.
Artık bu sorun, yalnızca tek bir devletin tekelinde değil; uluslararası dengeler ve müdahaleler, meselenin geleceğini belirleyecek.
Unutmayalım ki barış her zaman savaştan daha zordur.
06 Eylül 2024
Dilan Polat ve Engin Polat’ın kısa sürede tahliye edilmesi, Türkiye’de adalet sisteminin nasıl büyük bir çürümüşlük içinde olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. 40 yılı aşkın hapis cezası gerektiren kara para aklama suçlamalarıyla yargılanan bir çift, nasıl oluyor da sadece 9 ay sonra dışarı çıkabiliyor? Bu olay, yargı sisteminin içten içe nasıl çürüdüğünü ve mafyatik ilişkilerle dolu olduğunu gösteren en somut örneklerden biri.
Dilan Polat ve Engin Polat olayı, aslında Türkiye’deki daha büyük bir sorunun parçası. Tıpkı İtalya’da 90’lı yıllarda Antonio Di Pietro'nun başlattığı "Temiz Eller" operasyonu gibi bir harekete burada da ihtiyaç var. O dönemde, mafyanın devletin her köşesine nasıl sızdığını tek tek ortaya çıkaran Di Pietro, siyasi elitler, iş dünyası ve hatta yargı içinde kök salan yozlaşmayı su yüzüne çıkardı. Bugün Türkiye'de, Dilan ve Engin Polat gibi isimlerin bu kadar kısa sürede serbest bırakılması, aslında daha büyük bir yolsuzluk ağının işlediğini gösteriyor. Yargıdan siyasete, eğitim sisteminden sağlık sektörüne kadar her kurum bu çürümüşlüğün içinde.
Polat çifti sadece bir sembol. Bu çürümüş düzenin yüzlerinden biri. Ama mesele sadece onlar değil, mesele bu düzenin nasıl bu hale geldiği. Yargı bağımsızlığının yok edildiği, siyasetin yozlaştığı, eğitimin çöküşte olduğu bir ülkede, bu tarz olaylar kaçınılmaz hale geliyor. Dilan ve Engin Polat gibi isimler, aslında bu bataklığın en görünür yüzü.
Bu yüzden Türkiye’nin kendi "Temiz Eller" operasyonuna ihtiyacı var. Yargı bağımsızlığını sağlayacak, siyaseti temizleyecek, eğitim sistemini yeniden inşa edecek bir adım atılmadığı sürece, bu tür skandallar bitmeyecek. Her köşesinden çürüyen bu sistem, artık sürdürülemez bir noktada. Polat çiftinin bu kadar kolay tahliye edilmesi, halkın gözünde yargıya olan güveni tamamen sıfırladi. Bu düzen değişmeden, adaletten, eşitlikten ve güvenilir bir devletten bahsetmek mümkün değil.
03 Eylül 2024
Gerçekten sizi rahatsız eden bir günahınız var mı? Öyle bir günah ki, ne yaparsanız yapın, bir türlü aklınızdan çıkmayan, sürekli peşinizde olan bir günah… Muhtemelen yok. Neden mi? Çünkü bir gece kalkıp Tanrı’ya ellerinizi açarak yalvarmış ve tüm günahlarınızın affedildiğini düşünmüşsünüzdür.
Ya da belki Kadir Gecesi gibi kutsal bir gecede dualar ederek tüm günahlarınızdan arındığınızı varsaymışsınızdır.
İçiniz rahat, vicdanınız tertemiz,bir sabaha uyanmışsınızdır.
Ne güzel, değil mi?
Bütün günahlarınızdan arınıp tertemiz olabilmek…
O yüzden rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: İşlediğiniz her türlü günahı ve hatayı, kutsal bir gecede affettirebiliyorsanız, ahlakla bir işiniz olmaz.
Ayrıca, işlediğiniz günah, yaptığınız hata vicdanınızı rahatsız da etmez, çünkü kutsal bir gecede affedileceği kesin.
Dindar bilincin mutlu ve huzurlu olmasının temelinde bu yatıyor.
Gelelim dinin toplumsal yönüne;
Din, insanlara bir çerçeve sunar ve kurallar koyar.
Örneğin, birinin malına haksız yere zarar verirseniz, 100 kırbaç cezasına çarptırılırsınız.
Ya da camiye yardımda bulunursanız, ahirette küçük de olsa bir eviniz olur.
Dinin bu tür ödül-ceza sistemi, sadece şekilsel bir davranış oluşturur, içsel bir ahlak oluşturmaz. Bu bağlamda din, daha çok dışsal bir ahlak anlayışı sunar — yani, sadece görünürde bir ahlak.
Ülkemizin %99’unun Müslüman olmasına rağmen, vicdanı kanatan olayların yaşanması bu düşüncemi destekliyor.
Buraya kadar anlattıklarımızı özetlersek;
Din içsel bir ahlak oluşturmaz.Şekilsel bir ahlak oluşturur.
Ahlakın dinden bağımsız bir erdem olduğunu kabul etmedikçe, doğruyu yanlışı ayırt etme şansımız yoktur.
İçsel ahlak ise, bu çerçevenin çok ötesine geçen bir anlayış.
İnsanın kendi vicdanıyla yüzleşmesi, kendi doğrularını ve yanlışlarını bulmasıyla ilgilidir. Kendinize bir sorun: “Ben neye göre ahlaklıyım? Dinin koyduğu kurallara uyduğum için mi, yoksa vicdanımla hareket ettiğim için mi?”
Cevap düşündüğünüz kadar basit olmayabilir. Belki de gerçek ahlak, sadece dinin koyduğu kurallara uymak değil, içsel bir dürtüyle, vicdanla hareket etmektir.
Ve belki de bunun için tövbelerinizin ve Tanrınızın ötesine bakmanız gerekiyordur.
02 Eylül 2024
Sabahları uyanıp işe gitmek, çocukları okula bırakmak, akşam eve dönüp bir şeyler yemek... Koşturup duruyoruz; faturalar, işler, sorumluluklar... Günler böyle akıp gidiyor. Yaşamak, çoğumuz için bu günlük rutinin bir parçası olmuş durumda. Peki, bu mu yaşamak?
Şöyle bir düşünün: Gün boyunca yaptığımız her şey aslında otomatikleşmiş; neredeyse bir makine gibi çalışıyoruz. Ama arada bir durup da “Ben ne yapıyorum?” diye sormak lazım.
Bu sorunun cevabını verebilirsek, işte o zaman yaşamakla iyi yaşamak arasındaki farkı fark edebiliriz.
Yaşamak, hayatın bizi sürüklediği yerlere gitmek, mecburiyetler peşinde koşmak demek.
Peki ya iyi yaşamak? O bambaşka bir şey.
Hayat sadece başımıza gelenler değil, bizim onlara nasıl baktığımızla da ilgili.
İyi yaşamak, bu farkındalıkla mümkün.
Her şeyden önce hayatı bir bütün olarak kavramaktan geçiyor.
Sabahın serinliğinde ciğerlerine dolan taze havayı hissetmek, işten dönerken yağmur altında yürümek; bunlar sadece fiziksel deneyimler değil, hayatın bize sunduğu anların tadını çıkarmak için bir fırsattır.
Hayatın gerçek değeri, bu küçük anlarda saklıdır; küçük şeylerde büyük mutluluklar bulmak, aslında varoluşun temelinde yatan bir bilgeliği yansıtır.
Ancak iyi yaşamak bunlardan mı ibaret, elbette değil. Hayatı derinlemesine yaşamak, aynı zamanda düşünsel bir yolculuk yapmaktır.
Sanatla, felsefeyle, edebiyatla, şiirle ve gezmekle hayatı zenginleştirmek; yani, günlük rutinin ötesine geçmek, okuduğun bir kitapta beğendiğin cümlelerin altını çizmek, felsefi bir düşünceyle derinleşmek ya da yeni yerler keşfederek hayatı zenginleştirmek gerekir.
İyi yaşamak, işte bu iki görüşün birleşiminden doğar: Hem küçük, gündelik anlarda mutluluğu bulmak hem de düşünsel ve kültürel bir yolculuğa çıkarak hayatı derinleştirmek.
İşte bu noktada Aristoteles, Politika adlı eserinde diyor ki, “Özgür bireyler çok çalışmamalı, çünkü çok çalışmak alçaklıktır.”
E, ne yani? Çok çalışıp hayatı ıskalayıp alçak mı olalım?
Ne gerek var şimdi Aristoteles’le ters düşmeye, değil mi?
Aristo’ya göre, özgür insanlar entelektüel faaliyetlerle, siyasetle, felsefeyle uğraşmalı; ağır işler ve maddi uğraşlar kölelere bırakılmalı.
Şimdi bu bakış açısıyla düşününce, hayatımızı sürekli köle gibi çalışarak, oradan oraya koşturarak mı yaşayalım?
Yoksa az çalışıp entelektüel, erdemli, iyi bir hayat mı yaşayalım?
Tercih sizin!
01 Eylül 2024
Türkiye’nin üç büyük kulübü, Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş, iç sahada rüzgar gibi eserken, Avrupa’da neden zorlanıyor? Ligimizde rakiplerini rahatça yenen bu takımlar, Avrupa sahnesine çıkınca neden aynı performansı gösteremiyor?
Süper Lig’de bu üçlü, kimi zaman ezici galibiyetler alıyor. Ama Avrupa’ya çıkınca işler değişiyor. İçeride kardeşini döven, dışarıda dayak yiyen çocuğa benziyorlar. Lig başarısı, Avrupa’da yetmiyor.
Galatasaray’ın UEFA ve Süper Kupa zaferleri bir nebze olsun gurur kaynağımız. Şu an Avrupa’da kupa kaldırabilen tek Türk takımı. “Büyük” diyecekseniz, bu anlamda tek büyük Galatasaray.
Ama Fenerbahçe ve Beşiktaş için durum farklı. Avrupa’da sahaya çıkınca ne oynadıkları belli değil.
Gerçek başarı sadece ligde değil, uluslararası başarıdan geçiyor.
Yurt içinde kazanmak güzel ama Avrupa başka bir seviye.
Fenerbahçe ve Beşiktaş, Avrupa’da kupa kaldırmadığı sürece “büyük” unvanını hak etmiyor.
Avrupa futbolunun standartlarına ulaşmak için daha fazlasını yapmalılar.
Sorun sadece teknik değil, mental de. İçeride rakiplerine kafa tutan bu takımlar, dışarıda da aynı cesareti ve başarıyı göstermeli.
Beşiktaş ve Fenerbahçe’ye diyorum ki: İçerideki gücünüzü dışarıda da gösterin, kupa kaldırın; o zaman gerçekten büyük olursunuz.
31 Ağustos 2024
Hayat çoğu zaman avuçlarımızın arasında gibi hissettirse de, gerçekten öyle midir? Her sabah uyanıp rutinlerimizi tekrarlarken, sevdiklerimizle vakit geçirirken, hayatın aslında kendi mecrasında akan bir süreç olduğunu geç fark ederiz. Bu sürecin, bizim planlarımızı çoğu zaman umursamayan kendi kuralları ve ritmi vardır.
Her şeyi kontrol edebileceğimizi sanırız: Okuldan mezun olup iyi bir iş bulmak, evlenmek, çocuk sahibi olmak... Ama gerçekten her şey bizim kontrolümüzde mi? Hayatın bize borcu olmadığını fark ettiğimizde, bu kontrol yanılsamasından da kurtuluruz.
Hayatı bir borç ilişkisi gibi görmek en büyük yanılgımız.
Oysa hayat, bizim ona yüklediğimiz anlamların çok ötesinde, başka bir gerçekliktir.
Hayata anlam katan bizleriz; ancak bu, onun kendi doğasında bir anlam taşımadığı anlamına gelmez.
Bu farkındalık, bize büyük bir özgürlük sunar. Hayattan bir şey beklemediğimizde, karşılaştığımız her şey bizi daha az üzer.
Ancak, beklenmedik olaylar hayatımızı bir anda altüst edebilir.
Tıpkı Doğu Anadolu’da yaşadığımız deprem gibi; böyle bir felaket, hayatımızı aniden değiştirebilir ve tüm planlarımızı, beklentilerimizi, hayallerimizi yerle bir edebilir.
Bu tür olaylar, hayatın kontrolümüz dışında olduğunu ve her an her şeyin değişebileceğini hatırlatır.
Bir ilişkide de durum farklı değildir.
Karşımızdaki kişinin bizi her daim sevmesini bekleriz; ama hayat böyle bir garanti vermez. İnsanlar değişir, duygular evrilir, ilişkiler dönüşür.
Aslında hayatın kendisi de böyle değil midir? Sürekli bir değişim ve dönüşüm içinde... Bu gerçekliği kabul edersek, hayattan ve insanlardan beklentilerimizi daha gerçekçi bir çerçeveye oturtabiliriz. Böylece, hayal kırıklıklarımız da azalır.
İş hayatında da benzer bir durum söz konusudur. Yıllarca çalışıp emek veririz.
Fakat bazen hayat beklenmedik sürprizler sunar: İşten çıkarılabiliriz, sağlığımız bozulabilir.
Bu olaylar bizim kontrolümüz dışında gerçekleşir. İşte bu noktada, hayatın bize bir şey borçlu olmadığını hatırlamak önemlidir.
Sahip olduğumuz tek şey, şu an ve bu anın içinde yapabileceklerimizdir.
Hayatın akışına teslim olmayı öğrendiğimizde, belki de gerçek huzura o zaman ulaşabiliriz.
Sağlık konusunda da aynısı geçerlidir. Sağlıklı olmak için elimizden geleni yaparız: Spor yapar, dengeli besleniriz.
Ama yine de bazen hastalıklar kapımızı çalar.
Bu da hayatın kontrolümüz dışında olduğunun bir hatırlatıcısıdır.
Elimizden geleni yapmamız önemlidir; ancak sonuçlar her zaman bizim elimizde değildir.
Hayatın bir diğer gerçeği de, eksiklik hissidir.
Hep bir şeylerin eksik olduğunu hissederiz: Daha fazla mutluluk, daha derin ilişkiler... Bu eksiklik hissi, hayatın doğal bir parçasıdır.
Belki de bu eksikliği kabullenmek, tamamlanmak için bir fırsattır.
Hayatın en büyük öğretisi belki de budur:
Hiçbir zaman tam olamayacağız ve bu eksiklikle barışarak yaşamayı öğrenmeliyiz.
Sonuç olarak, hayat kontrol edemeyeceğimiz bir nehir gibi akıp gider.
Bizim yapabileceğimiz tek şey, onun akışına uyum sağlamaktır. Hayat bize bir şey vaat etmez; o sadece olur ve akar.
Gerçek özgürlük, hayatı olduğu gibi kabul etmekte ve onun getirdiklerini kucaklamakta yatar.
Son olarak, hayatın beklentilerle değil, anlarla dolu olduğunu unutmadan yaşayalım.
30 Ağustos 2024
Sevgili olmak, bazen bir Tarkan şarkısında “Yolla, yolla kaderim yolla” demek kadar kolay ve eğlenceli olabilir. Hayatın akışına bırakmak, anı yaşamak, nereye sürüklenirse oraya gitmek… Sevgililik böyledir; özgür, plansız ve heyecan dolu. Bu dönemde, günlük hayata dair sorumluluklar veya toplumsal kurallar pek de önem taşımaz. Farklı kültürlerden gelen iki insan, aralarındaki çekimle birlikte bu farkları göz ardı edebilir; çünkü sevgililik, doğası gereği spontane bir süreçtir.
Sevgili iken dünya gerçekten toz pembe görünür. Her şey bir pop müzik klibindeki gibi renklidir. Aniden yapılan kaçamaklar, plansız tatiller, gece yarısı sahilde yürüyüşler… Hayat, sadece anı yaşamak ve heyecanı dorukta tutmak üzerine kuruludur.. Üstelik sevgiliyken; görümce, elti, kayın, kaynana gibi ‘lüzumsuz kalabalık da’yoktur.Ortalık tertemizdir, hayatın karmaşasından uzak, sadece siz ve sevgiliniz var.
Ama evliliğe gelince, işler değişir. Evlilikte, “Neden aşk bitiyor ya da kısa sürede boşanmalar oluyor?” diye sorarsanız, cevabı aslında basit: Sevgiliyken her şey gönlünüzce yaşanır, ama evlenince işler ciddiye biner.
Çünkü evlilik, bir kurum. Ve bu kurumun kuralları var. Kurallar da her zaman eğlenceli değil; hatta bazen bayağı zorlayıcı olabiliyor.
Birlikte yemek yaparken romantik bir akşamı hayal edersiniz ama sonuçta bulaşıklar bir dağ gibi önünüze yığılır. “Senin sıran!” cümlesi, bir sevgi sözcüğünün yerini alır.
Evlilikte, romantik anların yerini bazen haftalık market listesi veya bulaşık deterjanı konuşmaları alır. “Bugün ne yesek?” sorusu, evlilikte “Bu ayın elektrik faturası neden bu kadar yüksek?” sorusuna dönüşebilir.
Sabahları yatağın dağınık olduğuna dair küçük atışmalar ve “Sen neden hiç diş macununu kapatmıyorsun?” tartışmaları evliliğin baharatı oluverir.
Evlilik, bir ömür boyu sürecek bir takım çalışmasıdır ama bazen bu takımın üyeleri “soğuk savaş” moduna geçebilir.
Farklı geçmişlere sahip iki insanın uyum sağlaması da zor olabilir. Kültürel farklılıklar ve alışkanlıklar devreye girer. Sevgililikte bu farklılıklar heyecan verici görünürken, evlilikte bu farkları aşmak bazen çaba gerektirir. “Kendi annem de böyle yapardı” cümlesi, bir anda tartışmanın fitilini ateşleyebilir! Ve tabii ki, evliliğin kendi kuralları var. Bu kurallara uyum sağlamak, evliliğin yürümesi için önemlidir.
Sonuç olarak, sevgili olmak ve evlenmek farklı dinamikleri beraberinde getirir. Evlilikte, romantik bir yolculuktan çok bir yaşam ortaklığı başlar. Evlilik, sevgililikte olduğu gibi her anı yaşama özgürlüğü sunmaz; daha çok bir çift terlik, bolca sabır ve bir miktar mizah anlayışı gerektirir. Çünkü gerçek aşk, birlikte fatura öderken ve bulaşıkları makinaya yerleştirirken de gülebilmektir.
Her iki ilişki de kendine özgü güzellikler sunar ve ikisi de, hayatın farklı dönemlerinde anlamlı olabilir. Yeter ki, beklentilerimizi doğru ayarlayalım ve nerede olduğumuzu bilelim! Unutmayın, evlilik de sevgililik de bir sanattır; ve her ikisi de, ustalık isteyen birer yaşam biçimidir.
29 Ağustos 2024
Hayat dediğimiz şey, çoğu zaman koşturmaktan ibaret. Ama biliyor musunuz, bazen durup etrafımıza bakmak, küçük güzelliklerin farkına varmak o kadar önemli ki. Mesela, her gün WhatsApp’ta bir mesaj yazarken bile, kelimelerimizi özenle seçmek. “Lütfen” demek, bir nezaket göstergesi. Basit bir kelime belki ama karşımızdaki insana verdiğimiz değeri gösteriyor, aramıza zarif bir köprü kuruyor.
İş yerindeki ilişkilerimizi düşünelim bir de. Eğer arkadaşımız bizden birkaç adım uzaktaysa, yerimizden kalkıp yanına gidip konuşmak, yüzüne bakarak söylemek istediğimizi dile getirmek… Bunu yapmak belki küçük bir şey ama insan ilişkilerini ne kadar güçlendirir, değil mi? Seslenmek yerine yanına gitmek, göz göze gelmek, o bağın sağlamlığını arttırır. Estetik biraz da böyle küçük ayrıntılarda gizli aslında.
Yolda yürürken sağdan yürümek, apartmanda ayakkabıları kapının önüne yığmamak, gece kimseyi rahatsız etmemek için kornaya basmamak… Bunlar da estetiğin başka bir yüzü. Başkalarını düşünerek hareket etmek, hayatın içindeki zarafeti yakalamaktır. Belki bir vazoya birkaç gül koymak, o vazoyu masanın ortasına yerleştirmek kadar basit ama bir o kadar etkili. Üzerine bir de “Güller koymuşsun vazoya, yanakların gülden oya” şarkısını açtığında, o anın güzelliği ruhunu sarmaz mı?
Dilimiz de estetikten nasibini almalı. Güzel ve özenli konuşmak, seçtiğimiz kelimelerle karşımızdakine değer verdiğimizi göstermek, aslında bir sanat. Kelimelerin ruhu var; onları doğru kullanmak, iletişimde zarafeti yakalamaktır.
Müzik de estetiğin bir başka boyutu.Ruhumuza dokunan, bizi karanlıklara çekmek yerine yükselten, derinlik ve incelik taşıyan müzikler dinlemek… İşte bu da hayatın bir başka güzellik katmanı. Günlük rutinin içine serpiştirilmiş küçük ama anlamlı detaylar bunlar.
Sonuçta, yaşamı estetize etmek demek, her günün her anını farkında olarak, incelikle yaşamak demek. Bu, sadece kendimizi değil, çevremizi de güzelleştirir. Her davranışımız, her kelimemiz, her dokunuşumuz hayatı biraz daha anlamlı kılar. Unutmayalım ki, yaşamı güzelleştiren şey ona kattığımız zarif ve incelikli davranışlardır.
28 Ağustos 2024
Sosyal medyada herkes bir şeyin peşinde, ama çoğu neyin peşinde olduğunu bile bilmiyor.
Moda artık sadece kıyafetlerle sınırlı değil; düşünceler, yaşam tarzları ve sosyal medyada yayılan saçma akımlar… Hepsi kendi çapında bir gariplik. Ve bu saçmalıkların peşine takılanlar da az değil.
Bir düşünün: “TikTok Challengeları” adı altında yapılan aptallıklar, deodorantla cilt yakmak, ağzına tarçın dökmek, absürt dans figürleriyle kendini rezil etmek… Sadece birkaç beğeni uğruna bunları yapmaya gerçekten değer mi?
Bu akımların neresi mantıklı?
Bir de “minimalist yaşam” saçmalığı var. Kocaman evlerde, lüks eşyalarla dolu odalarda çekilen “minimalist” pozlar… Sadelik gösterişle olmaz; az şeye ihtiyaç duymakla olur.
Ama bu gösteriş meraklıları, aslında bu akımın ruhunu tamamen kirletmiş durumdalar.
Aklını kullanmayan, fikri karışık sosyal medya şebeklerinden zaten ne öğrenebiliriz ki?
Bir de klişe dolu, anlamsız sözler: “Hayat bir yolculuk, keyfini çıkar.”
Gerçekten mi? Hayat sadece keyif almak demek değil; bazen mücadele, bazen acı, bazen de sevinçtir.
Ama sosyal medyada önemli olan, bu boş sözlerle anlık dikkat çekmek.
Tofaş marka araçların arkasına yazılan türden yüzeysel ifadeler sosyal medyaya taşındığında, bir akımmış gibi sunuluyor; ama aslında hepsi derinlikten yoksun, anlık tüketilen aptallıklar.
Bir de sağlık trendleri var: Her gün “yeşil detoks iç” diye tavsiye veren içerikler, sabah motivasyon videoları… Gerçekten sağlıkla uzaktan yakından alakası yok
Bilimsel dayanağı olmayan, sırf moda diye yapılan bu diyetler ve uygulamalar sağlıklı yaşamı çarpıtıyor. Ciddi sağlık sorunlarına yol açacağını da unutmamak gerekir.
Kişilik ve kimlikten uzak bu palyaçoların paylaşımları hiçbir işe yaramıyor.
Durup düşünelim: Bu akımların gerçekten bir anlamı var mı? Yok. İçleri boş, anlamsız ve yüzeysel.
Eğer anlamlı bir hayat yaşamak istiyorsak, bu saçmalıkların peşinden gitmek yerine kendimize değer katacak işlerle uğraşmalıyız: kitap okumalı, doğa yürüyüşleri yapmalı, müzikle ruhumuzu beslemeli, yeni bir dil öğrenmeli, bir sanat dalıyla ilgilenmeli, gönüllü çalışmalara katılmalı, ve sevdiklerimize zaman ayırmalıyız. Kısacası, kendimizi eğitip geliştirmeliyiz.
Bunları yapamıyorsak, kendimize şunu sormalıyız: “Bu boşluğun içinde kaybolmak mı istiyorum, yoksa gerçekten yaşamak mı?”
27 Ağustos 2024
Son yıllarda ülkemizde "Türk tipi demokrasi," "Türk tipi ekonomi (Nas ekonomisi)" ve "Türk tipi başkanlık sistemi" gibi ifadeler sıkça kullanılır oldu.
Ancak bu listenin yeni bir üyesi daha var: "Türk tipi şeriat." Evet, maalesef bu durum artık hayatımızda de facto bir gerçeklik olarak yerini aldı. Peki, bu tehlikeli değişimin farkında mıyız? Yoksa üç maymunu mu oynuyoruz?
Nasıl mı? Anlatalım.
Yasal olarak faaliyet gösteren iş yerlerine saldıran şeriatçı kalabalığı izleyen polis ve bekçilerin sessizliği, zaman zaman"Şeriat istiyoruz" diye bağıran karanlık tipler... Bu görüntüler, Türkiye'de yaşanan dönüşümün açık birer işaret fişeği.
Bu dönüşümün en görünür halini yine sokaklarda kadınların giyimine karışan ve kamusal alanlarda onları 'tebliğ' adı altında taciz eden grupların artışı; okullarda zorunlu dini eğitim dayatmaları... Bütün bunlar, toplumsal yapımızın köklü bir dönüşüme sürüklendiğinin en bariz işaretleri. Bu sadece endişe verici bir gelişme değil, aynı zamanda özgürlüğümüze ve haklarımıza yönelen bir tehdit. Korkmamız gerekiyor, çünkü bu sessiz gerici devrim hepimizin kapısında.
Hemingway'in "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" romanındaki sözlerini hatırlayalım: "Birinin ölümünde çanlar kimin için çalıyor diye sorma, senin için çalıyor." Yaşanan olaylar hepimizi etkileyecek. Görmezden gelirsek, çanlar bir gün gerçekten bizim için çalacak ve o zaman iş işten geçmiş olacak.
Dün yaşanan önemli bir gelişmeyi de unutmamak gerek.
Cumhur İttifakı’nın Hüda Par ile Malazgirt Zaferi’ni kutlarken Ahlat’ta verdiği fotoğraf, çok can sıkıcı.
Komutanların isimleri anons edilmesine rağmen sahneye çıkmayarak Hüda Par ile aynı karede görünmek istememeleri bir umut ışığı yaksa da, iktidarın laiklik karşıtı tutumu oldukça ürkütücü.
Hatırlayın,
“Aynı siyasal iktidar, bu kardeşlerimiz ne istedi de vermedik? ‘Namaz kılandan zarar gelmez’ diyerek orduyu, yargıyı ve polisi terör örgütüne teslim etmişlerdi.”
Üstüne üstlük, bir de Anayasa değişikliği söylemleri var ki, mevcut durumu iyileştirmek yerine daha büyük tehlikelere kapı aralamaktan başka bir işe yaramaz.
2010 yılında yapılan değişikliklerle yargı sisteminde yaşananlar hâlâ hafızamızda.
Daha kaç kere aynı hatayı yapmamız gerekiyor?
Siyasal iktidarın modern yaşam ve günümüz sorunlarına,bir akla dayalı çözüm üretme kapasitesi yok. Onlara önerim, siz yine menkıbe anlatın, Asr-ı Saadet döneminde gezinin. Hazreti Ömer’in adaletinden bahsedin .
Ama bugünün Türkiye’si için önerdiğiniz şeyler, Türkiye’nin çok hayrına olmadı.
"12 Eylül Anayasası’nı değiştireceğiz" diyen bu zihniyeti desteklemek, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi bir şey. Mevcut durumu düzeltmeye çalışırken, daha büyük ve tehlikeli bir zihniyete kapı aralayabiliriz. Bu kapıdan "Hamdolsun, artık şeriatımız da var" diyenler çıkabilir karşımıza. Unutmayın, özgürlüğümüzü bir kez kaybedersek, geri kazanmak için çok geç olabilir. Tıpkı İran’da olduğu gibi.
Devrim kanunlarının ve laikliğin korunması, Türkiye’nin çağdaş ve medeni bir toplum olarak varlığını sürdürebilmesi için hayati önemde. Unutmayalım ki, bu çanlar hepimiz için çalıyor; toplumsal yapıya yönelik her operasyon, birey olarak hepimizi etkiler. Bugün sustuklarımız, yarın kaybettiklerimiz olur.
25 Ağustos 2024
Bir ülkede yaşayan herkesin güvenliği, en önemli meselelerden biri, değil mi? Öncelikle, doğa karşısında ne kadar hazırlıklıyız, bir düşünelim. Ben buna "doğal güvenlik" diyorum. Geçen yıl yaşadığımız depremde binlerce can kaybettik. Daha geçtiğimiz günlerde Diyarbakır ve Mardin arasındaki yangında 15 insanımızı kaybettik. Hemen her yaz çıkan orman yangınları da doğal güvenliğimizin ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Hem can kayıplarımız var hem de doğamız ciddi zararlar görüyor. Olası bir İstanbul depremini düşünmek bile istemiyorum! Yani doğal güvenlik konusunda büyük eksiklerimiz olduğu açıkça ortada.
Bir de ekonomik güvenlik var ki burada işler daha da karmaşık. Bugün işlerimiz yolunda ama yarın ne olacağını kimse bilemez. İktidar, 1400 yıl önceki göçebe Arap kabilelerinin ilkel ticaret anlayışı olan ‘NAS ekonomisi’ni Türkiye ekonomi modeli diye pazarladılar. Bu çarpık ekonomik bakış açısı, ekonomide büyük yıkıma yol açtı; ülke adeta karaya oturdu, enflasyon fırladı, faizler yükseldi. Kısacası, ekonomik olarak her an bir felaketle karşılaşma ihtimalimiz her daim çok yüksek.
Hukuki güvenlik de aynı şekilde bir sorun. Can Atalay ve Osman Kavala davaları üzerinde adeta bir kara bulut gibi duran siyasal iktidarın baskısı, hukuk konusunda var olan endişenin daha da derinleşmesine sebep oldu. Bu durum, adaletin siyasetin etkisi altında kaldığını ve hukuki güvenliğin zayıf olduğunu gösteriyor. Hepimiz hukuki güvenliğin eksikliğini iliklerimize kadar hissediyoruz.
Toplumsal güvenliğimiz de çok sağlam değil. Ülkemize kim oldukları belli olmayan binlerce insan geldi ve bu durum toplumsal güvenliğimizi ciddi anlamda tehdit ediyor. Eğer sürekli bahsedilen "beka meselesi" bunlar değilse, nedir?
İktidarların bekadan anladığı şey, kendi koltuklarını koruma çabası galiba. Oysa gerçek beka, her alanda ülke güvenliği sağlamaktan geçer.
Sonuç olarak, hepimiz bu ülkede doğal, hukuki, ekonomik ve toplumsal güvenliğin olmadığını görüyoruz. Eğer birileri hâlâ "Her şey çok iyi" diyorsa, ya dürüst değildir ya da ahmaktır.
Dileğim, bir gün hepimiz adaletin ve güvenliğin gerçekten sağlandığı bir ülkede yaşarız.
23 Ağustos 2024
Bir insanı kenar mahalleden çıkartabilir, ona yepyeni bir hayat sunabilirsiniz. Ancak, o kenar mahallenin izlerini, o yaşanmışlıkları ve o kültürü, o insanın içinden çıkartmak hiç de kolay değil. Peki, neden böyle? Bunun arkasında yatan psikolojik ve felsefi nedenlere biraz daha yakından bakalım.
İnsan doğduğu, büyüdüğü, şekillendiği çevrenin bir ürünüdür. O çevre, insanın değerlerini, dünya görüşünü, hatta davranışlarını bile belirler. Kenar mahalle, sadece bir yer değildir; aynı zamanda bir yaşam tarzıdır, bir bakış açısıdır. Bu mahalleler, zorluklarla, mücadeleyle, bazen de çaresizlikle doludur. İnsan burada hayata karşı daha sert, daha savunmacı bir tavır geliştirir. Bu, hayatta kalmanın bir yoludur. Zorluklarla başa çıkmak, kenar mahallede büyüyen birinin en temel yeteneği haline gelir.
Ancak, bir insanı bu çevreden alıp daha rahat bir yaşama taşıdığınızda, bu zorluklarla başa çıkma yöntemi ortadan kalkmaz. İçindeki mahalle, onun kişiliğinin bir parçası olmuştur. Daha rahat bir ortamda bile, geçmişinin izlerini taşımaya devam eder. Bu, bazen insanın kendine olan güvenini artırabilir, çünkü geçmiş zorluklarla başa çıkmış olmanın verdiği bir özgüven vardır. Ama aynı zamanda, yeni ortama uyum sağlama konusunda da zorluklar yaratabilir. Geçmişin getirdiği alışkanlıklar, korkular ve savunma mekanizmaları kolay kolay silinmez.
Bu noktada felsefi bir soruya da değinmek gerek: İnsan gerçekten değişebilir mi? Yoksa geçmişimiz her zaman bizimle mi kalır? Felsefeciler arasında bu konuda farklı görüşler var. Kimi, insanın her an yeniden doğabileceğini, yeni bir çevrenin ona yeni bir kimlik kazandırabileceğini savunur. Diğerleri ise geçmişin, insanın kişiliğinde silinmez izler bıraktığını ve bu izlerin her zaman bir yerlerde var olacağını düşünür.
Belki de gerçek, bu iki uç nokta arasında bir yerde yatıyor. Evet, insan çevresini değiştirebilir, kendini yeni durumlara adapte edebilir. Ama geçmiş, her zaman bir gölge gibi peşimizde dolaşır. Önemli olan, bu gölgeyle barışık yaşayabilmektir. Kenar mahalle, bizim içimizde yaşamaya devam edebilir; ama bu, yeni bir yaşam inşa etmemizi çoğu zaman engellemez. Geçmişi kabul ederek, onunla barış yaparak, onun üzerinde yükselmek mümkündür.
Sonuç olarak, bir insanı evlilik veya başka sebeplerle kenar mahalleden çıkarabilirsiniz, ama o mahalleyi o kişinin içinden tamamen söküp atmak her zaman mümkün olmayabilir. Kenar mahallede şahit olduğu çirkeflikleri hayatınıza taşımadığı sürece, kenar mahalle kötü bir şey değil.
Geçmişimiz, bizi biz yapan unsurların bir parçasıdır. Onunla barışık yaşamak, belki de en büyük bilgeliktir.
21 Ağustos 2024
Türkiye’de ekonomik zorluklar her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Dar gelirli insanlar, işçiler, memurlar, emekliler artık nefes alamaz hale geldi. Enflasyon ve hayat pahalılığı, milletin temel ihtiyaçlarını bile karşılamasını zorlaştırdı.
Bu durumun temeli, NAS ekonomisinin ülkeyi kara çula oturtmasından kaynaklanıyor. Ardından gelen dalgalanmalar ve döviz kuru artışları, bu zorluğu daha da derinleştirdi. Tüm bu gelişmeler dar gelirli vatandaşları iyice zorlarken, hükümetin zenginlerin vergilerini bir kalemde silmesi, halkın adaletsizlik duygusunu daha da büyüttü. İslami jargonla söylemek gerekirse, yoksullara yapılan yardımlar ise sadaka düzeyinde kaldı.
Mahzuni Şerif’in dediği gibi, “Yiğit muhtaç olmuş bir kuru soğana.” Gerçekten de, insanlar bir kuru soğanı bile bulmakta zorlanırken, zenginlerin vergi borçlarının silinmesi büyük bir haksızlık değil de nedir? Bu adaletsizlik sürdükçe, toplumdaki çatlaklar daha da derinleşiyor.
Bu çatlakları trafikteki öfke patlamalarında, ev içi şiddet ve sokaktaki kavgalar olarak görüyoruz. Televizyonlarda her gün izlediğimiz sahneler, toplumun her köşesine yayılan bir şiddet sarmalıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Sosyal yapımızı temelinden sarsan bu şiddet sarmalı artık günlük hayatın bir parçası haline geldi.
“Şarka bakmaz, Garbı bilmez; bu hükümetin ekonomiyi toparlama ihtimali var mı?” Bence yok. ‘Hamdolsun’, adalete, eşitliğe, güvene ve toplumsal dayanışmaya olan inancımızı sarsmayı başardılar; sarsılmadık duygu bırakmadılar. Adalet, eşitlik, toplumsal dayanışma, özgürlük, dürüstlük, liyakata olan güveni yeniden tesis etmedikçe, bu toplumun ayağa kalkması, düzelmesi mümkün değil.
18 Ağustos 2024
Ali Koç’un Fenerbahçe başkanlığına adım atması, Türk futboluna bir kalitenin geleceği umudunu yaratmış olsa da, maalesef bu beklentiler karşılanamadı. Koç ailesi, sanayiye katkıları ve Türkiye'deki saygın duruşlarıyla tanınırken, Ali Koç’un Fenerbahçe başkanlığındaki tavırları, bu saygınlığa gölge düşürecek nitelikte oldu.
Fenerbahçe başkanlığını üstlendiği günden beri, adeta bir dava adamı gibi futbol sahasını bir savaş meydanına çevirdi.
Ancak ortada sadece bir spor müsabakası var. Futbol önemli bir spor dalı, fakat Ali Koç’un bunu ülke kurtaracak bir tavırla üstlenmesi, hem kendisini hem de Türk futbolunu komik bir duruma düşürüyor.
Ali Koç’un agresif çıkışları ve basına sert demeçleri, futbol camiasında aşırı gerilime sebep oluyor. Halbuki futbol, zevk alınması gereken bir spor; kazanmak kadar kaybetmek de bu oyunun bir parçası.
Fakat Koç, bunu kişisel bir savaş haline getirmesi hem kendisine hem de Fenerbahçe camiasına zarar veriyor. Fenerbahçe’de ondan büyük birilerinin çıkıp, "Koçum, sen neyin peşindesin?" demesi gerekiyor.
Ayrıca yine birilerinin,
Ali Koç’a, Fenerbahçe Başkanı olduğunu ve futbolun bir oyun olduğunu hatırlatması yarar var.
Ali Koç’un abartılı ve agresif tavırları Fenerbahçe’nin tarihindeki başarıları bu şekilde gölgelerken, Koç’un bu başkanlık tarzını sorumsuzluk olarak nitelendirmek, sanırım abartı olmaz.
Sonuç olarak, Ali Koç’un bu tavrı, futbolun doğasına aykırı ve Türk futbolunu gereksiz bir şekilde gerilim altına sokan bir yaklaşımdır. Futbolu bir savaş gibi görmekten vazgeçmek, hem Ali Koç hem de Fenerbahçe için en sağlıklı yol olacaktır.
17 Ağustos 2024
1071’den beri bu topraklarda var olduğumuzu ve Cumhuriyet’in bize yeni bir vatan kazandırmadığını iddia edenler,
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş yıllarındaki karanlık tabloyu göz ardı ediyorlar.
Ülke, dört bir yandan Fransız, İngiliz, Yunan ve İtalyan işgaline uğramıştı;
Ordular dağılmış, millet umutsuzluğa sürüklenmişti.
İnsanlar korku ve belirsizlik içinde yaşıyordu.
Bu umutsuz şartlar altında, büyük bir fedakârlıkla verilen kurtuluş mücadelesi, adeta bir mucize yarattı ve Cumhuriyet ilan edildi.
Eğer Cumhuriyet olmasaydı, bugün İstanbul’dan Antep’e gitmek, başka bir ülkeye gitmek gibi olacaktı; vize ile seyahat edecektik.
Misak-ı Milli sınırları, canımız pahasına çizildi ve bu topraklar, gerçek vatanımız haline geldi.
Bu, milletin küllerinden yeniden doğduğu bir zaferdir.
Cumhuriyet ilan edildiğinde, ülkenin sağlık durumu içler acısıydı:
Yalnızca 254 doktor, 62 eczacı ve 136 ebe vardı; diploması olan diş hekimi ise hiç yoktu.
Bebek ölümleri korkutucu seviyelerdeydi, halk ise salgın hastalıkların pençesinde can çekişiyordu.
Ama Cumhuriyet, sağlık sisteminde devrim yaparak bu acı tabloyu tersine çevirdi.
Sağlık, yalnızca bir ayrıcalık olmaktan çıkıp, herkesin hakkı haline geldi.
Okuma-yazma oranı sadece %7, kadınlarda ise %1 gibi neredeyse yok denecek kadar düşüktü.
Oysa Cumhuriyet, eğitimde devrim yaptı; cehaletin zincirlerini kırarak halkı aydınlığa taşıdı. Tarikat,cemaat ve her çalının dibinde huu çeken meczuplarla mücadele etti.
Saray çevresinde konuşulan Farsça ağırlıklı dilin yerine, harf devrimiyle Türkçeyi halkın diline kazandırdı.
Bu, yalnızca bir dil devrimi değil, ulusun kaderini değiştiren bir harekettir!
Ulaşım altyapısı ise tam anlamıyla bir felaketti;
İnsanlar hala deve ve kağnılarla seyahat ediyordu.
Cumhuriyet, modern yollar inşa ederek ülkeyi çağdaş ulaşımla tanıştırdı.
Yollar, sadece şehirleri değil, umutları ve hayalleri de birbirine bağladı.
Osmanlı döneminde halk, kendini Osmanlı olarak tanımlıyordu;
Cumhuriyet ise ulus bilincini ve Türk kimliğini inşa etti.
Ancak bu kimlik inşası, beraberinde kimlikler arası çatışmaları da getirdi.
Özellikle Kürt kimliğiyle ilgili sorunlar, günümüzde hala çözüme kavuşturulmayı bekliyor.
Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında, bu sorunların hukukun üstünlüğü, adalet ve özgürlük ilkeleri doğrultusunda çözüleceğine inanıyorum.
Bu topraklar, nice mücadeleler gördü; nice savaşlar, nice acılar…
Ama her seferinde, daha güçlü, daha kararlı bir millet olarak ayağa kalktık.
Ve bu, Cumhuriyet’in bize kattığı en büyük güçtür.
Cumhuriyet’i eleştirenler, Platon’un Devleti’nden, Yunan demokrasisinden, oradan Fransız İhtilali’ne değinmeden “Cumhuriyet’ten memnun değilim” demeye cesaret ediyorlar.
Evet,
Cumhuriyet’ten memnun olmazsınız çünkü genetiğinizde, kültürünüzde demokrasi ve Cumhuriyet yok.
Ne var? Hazreti Ömer’in adaleti ve Asr-ı Saadet romantizmi var.
Evet, Cumhuriyet’le din üzerinden yapılan hesaplaşma hala bitmedi.
Özetle; genç Cumhuriyeti yüreğimizin en derin köşesinde bir meşale gibi taşıyarak, birlikte daha aydınlık yarınlara ulaşmak için var gücümüzle çalışmalıyız.
Siz siz olun, bu genç Cumhuriyet’e güvenin.
15 Ağustos 2024
Türkiye’de genç işsizliği giderek büyüyen bir sorun haline geldi. Gençler üniversiteden mezun oluyor, ellerinde diplomalar ama iş bulmakta zorlanıyorlar. Bunun temelinde, eğitim sistemi ile iş dünyası arasındaki uyumsuzluk yatıyor. Teorik bilgi veriliyor ama pratik eksik. İş dünyası uygulamalı beceriler istiyor; bizse bu becerileri yeterince kazandıramıyoruz.
Bu sorunu çözmek için eğitim sistemimizde bir reform şart. Almanya’da uygulanan çift eğitim sistemi var mesela. Öğrenciler hem okula gidiyor hem de bir işletmede çalışarak pratik yapıyorlar. Bu sayede mezun olduklarında iş bulmaları daha kolay oluyor. Türkiye'de bu model var ama etkili değil. Almanya'daki gibi güçlü bir yapı kurulsa, gençlerimiz iş dünyasına daha donanımlı girer, işsizlik azalır.
Güney Kore de bir örnek. STEM eğitimine, yani bilim, teknoloji, mühendislik, matematiğe büyük önem veriyorlar. Gençleri küresel iş piyasasında rekabet edebilecek seviyeye getiriyorlar. Bizde de bu alanlara daha fazla odaklanılsa, gençlerimiz geleceğin mesleklerine daha iyi hazırlanır.
Finlandiya ise tamamen bireysel gelişime odaklanmış. Her öğrenciye kendi yeteneklerine uygun eğitim veriliyor. Sonra öğrenciler, ilgi alanlarına göre kariyer seçiyor. Türkiye’de de böyle bir yaklaşım olsa, gençlerimiz daha doğru kariyer kararları verir, işlerini severek yapar ve iş bulmakta zorlanmazlar.
Bir diğer konu da üniversitelerin her ilde, her kasabada açılması. Batıda, üniversiteler belli merkezlerde toplanıyor. Öğrenciler, büyükşehirlerde eğitim görüyor, böylece hem bilgi birikimi hem de kültürel değişim yaşıyorlar. Bizde ise gençler, kendi köyünde, kasabasında üniversite okuyor ve dünyayı tanıma imkanları sınırlı kalıyor. Türkiye’nin büyük üniversite şehirlerine ihtiyacı var. Gençler, bu şehirlerde eğitim almalı ve dünyaya daha geniş bir perspektiften bakabilmeli.
Genç işsizliğini çözmek için eğitim sistemimizi gözden geçirmeliyiz. Dünyadaki başarılı modellerden ilham alarak, gençlerimize daha iyi bir gelecek sunabiliriz. Bu adımları atmak zor değil, yeter ki doğru kararlar alalım.
14 Ağustos 2024
İslam, dünyanın farklı coğrafyalarında ve mezheplerinde farklı yorumlanmış bir din olarak karşımıza çıkıyor. Afganistan’da Taliban, İran’da Şiiler, Suudi Arabistan’da Selefiler ve IŞİD gibi gruplar, İslam’ı kendi bakış açılarına göre yorumlayıp uyguluyorlar. Bu farklı uygulamaların her biri, ‘kitapta yeri var’ diyerek savunuluyor. Evet, bu yorumlar farklı olsa da Müslüman ülkelerdeki tüm bu uygulamaların İslam’ın birer parçası olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla.
Ancak,birçok kişi, müslüman ülkelerdeki bu yorum ve uygulamalarının gerçek İslam olmadığını iddia ediyor.
O zaman şu soruyu sormak lazım: ‘Gerçek İslam’ hangi dönemde ve hangi coğrafyada vardı?
Genellikle bu soruya verilen cevap, "Asr-ı Saadet" yani İslam'ın ilk dönemi, özellikle Hazreti Ömer’in halifeliği dönemine işaret ediliyor
Ancak bu idealize edilen dönemin de aslında o kadar huzurlu olmadığı biliniyor.
Dört büyük halifenin üçü Müslümanlar tarafından öldürülmüş, ciddi kaoslar yaşanmış. 10.000 kişilik Mekke’de iş bölümü dahi gelişmemişti; basit bir göçebe kültürü vardı ve biraz da ipek ticareti. Yolsuzluk, hırsızlık, tecavüz gibi sorunlar o dönemde de vardı. İnsan doğası her zaman zayıf ve çıkarcı olmuştur. Ama gelin görün ki, bu dönem asırlar sonra "Asr-ı Saadet" olarak kutsandı.
Bugün birçok dindar, 1400 yıl önceki bu göçebe Arap kabilelerinin yaşamına takılıp kalmış durumda. Bu, bugünün karmaşık sorunlarıyla yüzleşmeye cesaret edememenin bir sonucudur.
O dönemi bugünün sorunlarına çözüm olarak sunmak, dindar bilincin bir yanılsaması.
Bu yanılsamanın izlerini günümüzde de görebiliyoruz.
Örneğin, Irak parlamentosunda kız çocuklarının evlenme yaşının dokuza indirilmesi, "kitapta yeri var" denilerek savunuluyor. Eğer İslam'ın ne olduğunu merak ediyorsanız, Müslüman ülkelerdeki uygulamalara bir bakın. Gördüğünüz her uygulama, İslam’ın bir yorumu,neticede İslam’dır.
Sonuçta, büyük çoğunluk "İslam çok iyi, biz kötüyüz; biz yanlış anladık, uygulamada hatalar yaptık" diyerek gerçeği görmezden geliyor.
İnanç, Nietzsche’nin de dediği gibi, gerçeği bilmek istemenin erdem haline getirilmesidir. İslam coğrafyası bu “erdemi” 1400 senedir yaşıyor ancak henüz gerekli dersleri çıkarabilmiş değil .
Ezcümle, gerçek İslam konusunda bu kadar kafa karışıklığı varsa, belki de yüzleşmekten korktuğumuz bir gerçek var.
13 Ağustos 2024
Tarih boyunca birçok halk, devlet olamamanın sancılarını çekmiştir. İsrailoğulları, bu süreçte belki de en trajik örneklerden biridir. Kadim bir halk olarak tanınmalarına rağmen, güçlü ve kalıcı bir devlet kurmayı başaramamışlardır ve izledikleri politikalarla da bu hedefe ulaşmaları pek mümkün görünmemektedir.
İsrail’in izlediği politikalar, uluslararası arenada onu giderek yalnızlaştırmıştır. Komşu ülkelerle ve dünya ile sürekli çatışma halinde olması, İsrail’in hem bölgesel hem de küresel düzeyde güven kaybetmesine neden olmuştur. Bu durum, İsrail dışında yaşayan vatandaşlarını da büyük bir tehlike altına sokmaktadır, çünkü onları koruyacak bir “Demir Kubbe” yoktur. Ayrıca, hiçbir halk sonsuza kadar bir ‘Demir Kubbe’ altında yaşamını sürdüremez. İsrail yönetimi, sonunda gök kubbe altında yaşamayı öğrenmek zorunda kalacaktır. Umarım, çok geç olmadan bunun farkına varırlar.
Bir devletin varlığını sürdürebilmesi için gereken en temel unsurlardan biri de,komşularıyla ve uluslararası toplumla sağlıklı ilişkiler kurmaktır. Ancak İsrail, bu gerekliliği göz ardı ederek kendini izole etmeyi tercih etmiştir. Sonuç olarak, bu izolasyon politikalarıyla devlet olarak varlığını sürdürememe tehlikesiyle karşı karşıyadır.
İsrailoğulları, kültürel ve dini kimliklerini koruyarak varlıklarını halk olarak sürdürebilirler; ancak devlet olarak mevcut politikalarını devam ettirdikçe, bu varlıklarını koruma şansları giderek azalacaktır. Tarih, izole olmuş ve dünyadan kopuk yaşayan devletlerin ayakta kalamadığını göstermektedir. İsrail'in izlediği yanlış politikalar, onu kaçınılmaz bir sona sürüklemekte ve devlet olarak tarih sahnesinden silinme riskini artırmaktadır. Bununla birlikte, bir halk olarak varlıklarını korumaları muhtemeldir.
12 Ağustos 2024
Toplumumuzun hoşgörü, insanlık ve iyilik gibi temel değerleri, tarih boyunca birçok mistik öğreti ve tasavvufi akımla beslenmiştir. Bu öğretilerin başında Bektaşilik, Kalenderilik, Melamilik ve Mevlevilik gelir. Bu akımlar, Anadolu'nun manevi zenginliğini oluştururken, toplumsal barışın ve birlikte yaşama kültürünün de temellerini atmışlardır. Ancak, günümüzde siyasallaşmış ortodoks Sünnilik, bu insani değerlerin yerini ötekileştirici, ayrıştırıcı ve tahammülsüz bir dindarlığa bırakmıştır.
Bektaşilik, Hacı Bektaş-ı Veli'nin öğretileri doğrultusunda hoşgörü ve eşitliği ön planda tutar. "Eline, beline, diline sahip ol" prensibiyle insanın kendisine ve çevresine zarar vermemesini öğütler. Kalenderilik, dünya nimetlerine yüz çevirerek manevi zenginliği arar, gösterişten uzak, sade bir yaşamı benimser. Melamilik, samimi ve gösterişsiz bir dindarlığı vurgular, iyiliklerin gizlice yapılmasını savunur. Mevlevilik ise, Mevlana Celaleddin Rumi'nin aşk ve hoşgörü felsefesini temel alır, sema ayinleriyle bu aşkı ve teslimiyeti ifade eder.
Bu öğretiler, insanları ayrıştırmak yerine birleştiren, farklılıkları zenginlik olarak gören bir anlayışın temsilcileridir. Ancak, siyasallaşmış ortodoks Sünnilik, dini değerleri siyasi amaçlarla kullanarak toplumu kutuplaştırmakta ve hoşgörü ortamını zedelemektedir. Bu anlayış, dini farklılıkları tehdit olarak algılamakta, farklı inançları dışlamaktadır. Ayrıca, dini ibadetlerin gösteriş için kullanılmasına neden olmakta, samimi dindarlığı gölgelemektedir.
Sonuç olarak, Bektaşilik, Kalenderilik, Melamilik ve Mevlevilik gibi tasavvufi akımların insani değerlerini yeniden canlandırmak, toplumsal barışı ve birlikte yaşama kültürünü güçlendirecektir. Siyasallaşmış dindarlıktan uzak durarak, hoşgörü ve insanlık değerlerini yeniden toplumun temel taşları haline getirmek, barış içinde bir arada yaşamamızı sağlayacaktır.
06 Ağustos 2024
Günümüzde dünyayı doğru bir şekilde anlamak ve bilgi sahibi olmak her zamankinden daha önemli hale geldi. Ancak bu bilgiye ulaşmamızı sağlayacak sağlam bir sosyal altyapının eksikliği dikkat çekiyor. Türkiye’de, toplumun doğru bilgiye erişimini ve sağlıklı bir şekilde işlemesini destekleyen laiklik ilkesi, bu sosyal altyapının temel taşlarından biriydi. Laiklik, devlet ve din işlerinin birbirinden ayrılmasını sağlayarak bireylerin düşünce özgürlüğünü güvence altına alır ve toplumun rasyonel akla dayalı bir şekilde hareket etmesini destekler. Ancak son yıllarda İslami hassasiyetleri öne çıkaran bir yönetimin başa geçmesiyle birlikte, bu ilke geri plana itildi.
Bu ilkenin geri plana itilmesi cemaatlerin hızla güç kazanmasına ve toplumun her alanında etkili olmalarına yol açtı.
İnanç temelli ve duygularla hareket eden bu tür yönetimler, ülkeyi dış manipülasyonlara açık hale getiriyor.
Nitekim Türkiye’de de benzer bir tablo yaşandı; cemaatler aracılığıyla ülke üzerinde çeşitli operasyonlar düzenlendi. Laikliğin zayıflatılması, toplumsal ve siyasal yapının dini cemaatler tarafından şekillendirilmesine zemin hazırladı ve bu durum, ülkenin güvenliği ve istikrarı açısından ciddi riskler yarattı.
Örneğin, cemaatlerden birinin darbe girişiminde bulunacak güce ulaşması laikliğin askıya alınmasının doğrudan bir sonucu olarak görülebilir.
Sonuç olarak, Türkiye’de laikliğin geri plana itilmesi, ülkenin rasyonel düşünceden uzaklaşmasına ve dış etkilere daha açık hale gelmesine neden oldu.
Türkiye’nin geleceği ve güvenliği için, devletin din etkisinden bağımsız kalmasını sağlayan laiklik ilkesine yeniden sıkı sıkıya sarılmak büyük önem taşıyor.
06 Ağustos 2024
Haber Bandı dijital kürsüsü, özgür düşüncenin ve tarafsız haberciliğin kalesi olarak yayın hayatına başlıyor.
Bağımsızlığını, yalnızca gerçeğe olan sadakatinden alacak; özgürlüğünü ise bilginin her köşeye ulaşması gerektiği inancından.
Yansızlık, kaleminin keskin ucu, netlik ise anlatımının temel taşını teşkil edecek…
Her kelamında, her haberinde, dünyanın dört bir yanındaki sesleri, olayları ve hikayeleri, yalın, açık ve bir dille sunma arzusundayız.
Bu portal, gerçeğin peşinde koşan her birey için bir pusula, bilgiye susamış her zihin için bir kaynak ve adaletin izinde her yürek için bir meşale olacak.
Biz burada, sadece haber vermekle kalmayıp, aynı zamanda toplumsal bilincin uyanışına ve fikirlerin özgürce çiçek açmasına hizmet edeceğiz.