Toplum olarak içimize işlemiş bir kötülüğün pençesindeyiz. Bugün İstanbul’da yaşanan olaylar, ülkenin derinlemesine çürümüş bir halini gözler önüne seriyor. Genç bir kadının acımasızca katledilmesi, polisimizin sokak ortasında canice öldürülmesi, ardından bir başka akıl tutulması daha yaşanıyor ve gencecik bir kızın başı kesiliyor. Bu vahşet artık bir film sahnesi değil, hayatın ta kendisi. Suç, birer istatistikten ibaret değil; bizzat evimizin kapısına dayanan bir tehdit. Her gün, her saat bir yenisi ekleniyor. Bir sonrakinde kimin mağdur olacağı sadece bir an meselesi.
Toplumun gözünde eriyen adalet ve güvenlik duygusu, yerini korku ve çaresizliğe bırakıyor. Siyasi çıkarlar uğruna yapılan ayak oyunları, halkın kaderini belirler hale geldi. Kurumlar, asli görevlerini unutmuş, güce tapan bireyler ise her geçen gün vicdanlarını daha derine gömmekte. Kitle iletişim araçlarıyla beyinler uyuşturuldu, insanlar kötülüğe karşı duyarsızlaştırıldı. Ahlaki değerler yerle bir olmuş durumda; kötülük, bir salgın gibi her köşeye sızmış. Artık bu ülkenin kökleri sarsılıyor ve geleceğe dair umutlar bir bir kararıyor.
Bu karanlık atmosferde, özellikle İstanbul sokakları bir cehennemden farksız. Her köşe başında bir tehlike kol geziyor. Kendinizi korumak isterken, bir anda suça bulaşan birine dönüşmekten korkuyorsunuz. Şiddet öyle bir seviyeye ulaştı ki, sıradan bir günün içinde bile hayatınızı kaybetme riskiyle karşı karşıyasınız. Toplumun gidişatı tam anlamıyla bir felaket senaryosu.
Bu ülkede acil bir değişim şart. Bu kadar güzel bir coğrafyada, bu kadar acı ve karanlık içinde yaşamak kaderimiz olmamalı. Fakat bu girdaptan çıkmak için önce kendimize sorular sormamız ve doğru cevapları bulmamız gerekiyor. Toplumsal dayanışmayı yeniden canlandırmadıkça, bizi bekleyen son belli: Her geçen gün daha derin bir uçurum.
Artık daha fazla zaman kaybetmemeli ve bu kötülüğü yok edecek adımlar atmalıyız. Yoksa bu karanlıkta boğulup gideceğiz.