14 Kasım 2024
Küçükken dünyanın renkli mi renkli bir yer olduğuna inandım, her şey basit ve saf. Birini kahramanlıkla ilgili birkaç söz söylerken gördüğümde, “İşte gerçek bir kahraman!” derdim içimden. Sevda sözleri okuyanların büyük bir aşk yaşamış olduğunu düşünmek, benim için hayatta tartışılmaz bir hakikatti. Önemli olan ne söyledikleri değil, nasıl söyledikleriydi; ne gözlüğümde bir çizik vardı ne de kalbimde şüphe. Herkes, kendi tanımına tam uyan birer kahramandı gözümde.
Çocuktum… Şairlerin şiirlerini dinlerken onları adeta göklere çıkarırdım. Coşkulu nutuk atanlara bakınca vatan sevgisinden yanıp tutuştuklarını sanırdım. Ahlaktan bahsedenlere karşı derin bir hayranlık beslerdim, erdem abidesi olduklarına inanırdım. Dini konulara değinenleri ise sanki doğrudan ilahi bir kaynaktan gelen kutsal bir bilgiyle donatılmış zannederdim.
O zamanlar her şey daha saf, daha netti. Ağlayarak vaaz verenlere kalplerinin temizliğinden dolayı yücelik atfederdim. Bıyıklarını çarpıcı şekilde buranları ise “adam büyük dava adamı” olarak gözümde yüceltirdim. “Vatan!” diye bağıran herkes bana göre milliyetçiydi. Ve Atatürk hakkında konuşanların, onun izinde dimdik yürüdüğüne inanırdım. Bütün bunlar benim küçük dünyamda büyük gerçeklerdi.
Başı örtülü olanlar derin inancın, başı açık olanlar medeniyetin timsaliydi gözümde. Her cuma hayırlı cumalar diyenleri derin bir imanla yoğrulmuş zannederdim.Ülkü işareti yapanları bir davanın savaşçıları, kelle tokuşturanları ise siyasi bir figür gibi görürdüm. Slogan atanlara bilgi yüklerdim, birkaç yabancı kelime kullanana kültürlü, yüksek sesle konuşan herkesi ise “haklı” sanırdım. Emek diyenler sola; yenilikten bahsedenler, devrim diyenleri ise radikal ideolojilere kolayca yerleştirirdim.
Ama işte sonra büyüdüm, gerçekler o eski renkli dünyamdan daha farlı artık. Şimdi yine aynı “derin duygularla” dolu laflarla karşıma çıkanlar oluyor. Eski çocukluk dünyamla bugünkü gözlemlerimi yan yana koyunca, kendime şöyle bir bakıyorum ve içimden gülümsüyorum: Hala mı aldanıyorsun, Sufi?
Bakalım, bu defa da yersiz kahramanlıklara kanacak mısın, coşkulu konuşanları bir yerlere koyacak mısın?
Beni bilirsiniz, temkinli bir aldanış ruhuyla yoluma devam ediyorum.
10 Kasım 2024
Kadın-erkek dinamiklerinde derin bir dünya saklı. İlişkiler, herkesin bildiğini sandığı ama yakından bakıldığında katman katman açılan, karmaşık bir yapıya sahip. Sevgi ve sadakat elbette önemli, ancak işin özünde çok daha farklı unsurlar yatıyor. Herkesin kendine özgü öncelikleri, tercih ettiği farklı yönleri var; bu da ilişkilerin temelini daha da karmaşıklaştırıyor. Bazı gerçekler var ki dile getirmek cesaret istiyor, biz de bu yazıda o cesareti gösterelim.
Pek çok kadın için yalnızca sevgi ya da sadakat yeterli olmuyor; güven, başarı ve statü de ilişkide çekici hale geliyor. Bazen kadınlar, başarılı bir erkeği paylaşmayı, kendisine sadık ama “kendi halinde” bir ilişkiye tercih edebiliyor.
(Tehlikeli sularda yüzdüğümü biliyorum, bu bölüm tartışmaya açık.)
Bu bakış açısı, sevginin karşıtı değil; daha çok, hayatın getirdiği gerçeklerle uyumlu ve kendi içinde tutarlı bir tercih.
Evliliklerin yürümesi için sevgiden daha fazlasına ihtiyaç var. Başlangıçtaki çekimi, o ilk heyecanı canlı tutmak önemli. Her şey rutine bindiğinde, o kıvılcım sönmeye başlıyor. Boşanmaların çoğu, erkek kadını hâlâ severken, kadının yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığı bir noktada yaşanıyor. Duygular güçlü değilse, zamanla araya buz gibi soğuk duvarlar örülüyor ve çoğu zaman geri dönüş zorlaşıyor.
(Bu bölüm için sanırım bana hak verirsiniz.)
İşin bir de cinsellik boyutu var. Kadınlar da en az erkekler kadar arzularının farkında ve toplumsal baskılar ne kadar sınırlasa da, kendi tutkularını yaşamak istiyorlar. Cinsellikte kendini özgür hissetmek, arzulandığını bilmek onlara da iyi geliyor. Kadınlar, arzulandıklarını hissettiklerinde bu, ilişkiye canlılık katıyor.
(Bu bölümde itiraz edilecek bir durum yok sanırım.)
Kadınların bir erkekte aradığı tek şey zekâ değil, aynı zamanda hayal gücü, güç ve güven duygusu. Erkekte bu özellikler bir araya geldiğinde, kadın kendini özel ve güvende hissediyor. Güç, yaratıcılık ve zekâ birleşince, kadına cazip gelen bir bütünlük oluşuyor; ilişkide de bu yan yana gelince bağlar daha derinleşiyor.
(Bu bölüm çok objektif sanırım.)
Bir diğer önemli nokta, sosyal bağlantılar. Kadınlar, erkeğin sosyal dünyasında da bir duruş sergilemesini, yanında bir ‘duruş’ olarak yer almasını bekliyor. Yani erkek, yalnızca bir partner değil; kadının çevresinde de güvenle yanına aldığı, gurur duyduğu bir figür olsun istiyorlar.
(Bu kısım tartışmaya kapalı.)
İlişkilerin özü, bu detayları anlamaktan geçiyor. Beklentiler, arzular, sosyal kimlikler… Hepsi bu dinamiğin bir parçası. İki insan bir araya geldiğinde sadece kendileri için değil, kurdukları ortak dünya için de emek veriyorlar. Gerçek uyum, dürüstlük ve karşılıklı destek olmadan sağlam bir temel kurmak oldukça zor.
(Bu bölüme sonsuz ilaveler yapabiliriz.)
03 Kasım 2024
Birini seviyorsanız ve bu sevgi sizi mutlu ediyorsa, bu doğal bir bağdır. O kişiyle vakit geçirirken huzur bulursunuz; varlığı, hayatınıza anlam katar. Fakat işin başka bir yüzü daha var. O kişi, bazen fark etmeden sizi mutsuz edebilir, öfkelenmenize sebep olabilir, hatta sizi bir kaosun içine sürükleyebilir. Bu durum da sizi ona bağlar. Ama bu, sağlıklı bir bağ değildir. Genelde farkında bile olmadan, hayatınızı o kişiye göre şekillendirirsiniz. Onsuz yaşayamaz hale gelirsiniz. İçinizdeki yaşam enerjisini tüketir, sizi o kişiye bağımlı kılar.
Bu tür bir bağımlılık, sizi özgürlüğünüzden uzaklaştırır. O kişiyle geçirdiğiniz anlar, iyi ya da kötü, sizi bir nevi tutsak eder. Bilinçaltınız, yaşam enerjinizin onunla olduğunu düşündüğünden, daha çok onu düşünmenizi sağlar. Bir yandan onunla bağ kurmaya çalışırken, aslında kendinizi kaybedersiniz. Kendi mutluluğunuzun, kendi huzurunuzun başkalarına bağlı olması, sizi bir döngünün içine sokar.
Özgürleşmek, bu döngüyü kırmakla başlar. Kendinize, kim olduğunuzu hatırlatmalısınız. Mutlu ya da mutsuz hissettiren bu dış etkenlerin sizi yönetmesine izin vermemelisiniz. İnsan ancak içindeki huzuru bulduğunda, kendini sevmeyi öğrendiğinde, başkalarının etkisinden kurtulabilir. Hayat, bir başkasının size sunduğu hislere bağımlı olmadan, kendi değerinizin farkına vararak yaşanmalıdır.
İyi veya kötü, dışarıdan gelen her his gelip geçicidir. Gerçek huzur, bu duyguların esaretinden kurtulmakla gelir. Kendinizi tanımak ve gerçekten ne istediğinizi bilmek, bu hikayenin sonunu getirir.
31 Ekim 2024
Kasım geldi mi insanın içine bir durgunluk, derin bir his çöker. Hani o eski filmlerdeki gibi, Kasım’da aşk bir başka yaşanır derler ya; sanki her şey bir anlığına durur ve sen hayatına dışarıdan bakarsın. Koşturmacalar, iş, güç, her şey… Oysa asıl özlediğin şey, belki de hep göz ardı ettiklerin, başka bir yerde duruyor. Kasım, insana bunu hatırlatıyor.
Hayat bazen keskin dönüşlere ihtiyaç duyar. İnsanın ya kalbini dinleyip sevdiğiyle yola devam etmesi ya da farklı bir yola cesaretle çıkması gerek. Çünkü gerçek anlamda yaşamayı hissettiren, kalbin fısıldadıklarıdır.
Şimdiki zamanda, binaların, teknolojinin, kalabalıkların arasında adeta kaybolmuş gibiyiz. Ama bir beden, kalpten kopmuşsa eksik yaşar, bunu unutmayalım. Kasım ayı, belki de bize bu gerçeği hatırlatmak için var. Sadece bir ay değil; kendimize dönmek, hissettiklerimizi derinleştirmek için bir fırsat gibi.
Bir ayı özel yapan sadece takvimdeki yeri değil, o ayda hissettiklerimizdir. Kasım belki başka aylardan farklıdır, belki de çoğumuzun içinde kaybolduğu, kendini bulduğu bir ay. Ama aslında hangi ayda olursak olalım, önemli olan aşkı hissetmek, hayatı o aşka göre yaşamak.
“Aşk, iki insanın sonsuzluğa doğru el ele yürüdüğü o kısa andır,” der André Maurois. Belki de her Kasım, bu kısa anda yeniden durmak, sonsuzluğun ucunda kaybolmak içindir. Hangi ayda olursa olsun, aşkı kendinize göre yaşayın; çünkü aşk, hep başka, her zaman başkadır.
16 Ekim 2024
Hayatın hızla aktığı, dijital dünyanın bizi sarmaladığı bu çağda, kendi benliğimizden uzaklaşmak giderek kaçınılmaz hale geliyor. Teknolojinin getirdiği rahatlıklar ve sonsuz iletişim imkanları, bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken, diğer yandan bizi görünmez bir hapishaneye çekiyor. Sosyal medya platformlarında geçirilen saatler, sanal dünyalarda kurulan sahte ilişkiler, insanı her geçen gün kendi özünden biraz daha koparıyor. Bu dijital sarmalın farkına varmadıkça, ne zihnimizin ne de kalbimizin kirlenmesini engelleyebiliyoruz.
İnsan, bir an durup dijital nehrin kenarında akıntıya kapılmadan kalabilmeli. Çünkü akıntıya kapıldıkça bakış açımız bulanıyor, zihnimiz kararıyor ve kalbimiz giderek köreliyor. Gözlerimizle gördüğümüz, kulaklarımızla duyduğumuz her şey ruhumuza işliyor ve farkına varmadan alışkanlıklarımızı şekillendiriyor. Bu süreçte güzelliğe duyduğumuz hassasiyet azalıyor; çirkinliğe, yalanlara ve yüzeysel değerlere alışıyoruz. Gözlerimizi ekrandan ayırmadan, zihnimizin berraklığını ve kalbimizin saflığını nasıl koruyabiliriz?
Zaman, en değerli varlığımız. Dijital dünyada harcadığımız her an, bize geri dönmeyen bir kayıptır. Bu dünyada geçirilen süre sadece zamanımızdan değil, derinliğimizden ve maneviyatımızdan da çalıyor. Sosyal medya, sürekli tüketim kültürü ve bitmek bilmeyen dikkat dağınıklıkları, bilinçli bir farkındalık geliştirilmedikçe bizi ruhen köreltiyor. Kalbimizi koruyabilmek için bu akıntıya direnmek zorundayız. Aksi takdirde, sahte başarılar, geçici hazlar ve boş tatminlerle dolu bir dünyada özümüzü kaybediyoruz.
Oysa gerçek huzur, dijital dünyanın gürültüsünden sıyrıldığımızda, kendi iç sesimizi dinlemeye başladığımızda ortaya çıkar. Kendimize dönmek, kalbimizin temiz akışını hissetmek, dış dünyanın çarpık gerçekliklerinden uzaklaşmakla mümkün olur. Dijital dünyanın sunduğu bu geçici hazlar, insanın varlığını sürdürebileceği bir zemin olamaz. Çünkü insan, derinlik arayışı içinde olmalı; bu derinlik ise ancak sessizlikte, dinginlikte ve kendine dönük anlarda bulunabilir.
Bu dünyada var olabilmenin yolu, kendimize ayırdığımız bu durup düşünme anlarında saklı. Dijitalin getirdiği kalabalığın ortasında, yalnızca kendi iç sesimizi duyarak, sahte dünyanın gürültüsünden kaçabiliriz. Nehrin kenarında durmak yetmez, bazen akıntıya karşı yüzmek gerekir. Bu yüzden, durup bir soluk almalı ve dijital dünyadan sıyrılarak, kalbimizin derinliklerinde saklı olan gerçek huzuru bulmalıyız. Çünkü insan, sadece kendisiyle yüzleşebildiği anlarda hakiki benliğine ulaşabilir.
02 Ekim 2024
Ekim, yalnızca takvimdeki bir ay değildir romantikler ve melankolikler için; o, ruhun en derinlerine dokunan bir çağrıdır. Göçmen kuşların kanadıyla uçup giden sıcaklıktan geriye kalan serinlik….Ekim’de yağmur yavaşça yeryüzüne inerken, romantiklerin iç dünyasında bir başka yağmur başlar. Her damla, bir sevdayı, bir yarayı, bir eksikliği hatırlatır. Aslında belki de Beyaz Gemideki o çocuğun umutsuzca uzaklara baktığı gibi, onlar da yağmura bakarken, kaybettikleri bir şeye özlem duyarlar.
Bu mevsim, cam kenarındaki sandalyede oturup, Sezen Aksu’nun o hüzün dolu şarkılarını dinleyerek, ince ince yağan yağmurun altında kaybolmanın mevsimidir. Ekim, içsel bir hesaplaşmadır, eski defterlerin karıştırıldığı ve belki de yeniden yazıldığı bir zaman dilimi. Romantikler bilir; bu yağmur sadece toprağa değil, kalplerine de düşer, onlara hayatın yumuşak ama acımasız döngüsünü bir kez daha hatırlatır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi: “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında; yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında.” İşte Ekim böyle bir zaman aralığıdır; hem geçmişin gölgesinde, hem geleceğin belirsizliğinde bir kayboluş. Ama bu kayboluş, hüzünlü olduğu kadar umut doludur da. Çünkü her yağmur damlası bir umut taşır; tıpkı kalpteki her yara gibi, sonunda bir iyileşme vaadiyle gelir.
Romantiklerin ve melankoliklerin gözünde Ekim, sadece bir geçiş dönemi değil; derin bir içsel yolculuğun başladığı andır. Her acı, her hatıra bu mevsimde yeniden su yüzüne çıkar. Ama bu acılar, aynı zamanda hayatı yeniden anlamlandırmanın, kendine yeni yollar çizmenin de başlangıcıdır. Belki bir fincan kahve eşliğinde, belki de yalnızca yağmurun huzurlu melodisiyle… Sessiz bir müzik gibi çalar Ekim yağmurları; ve bu melodiyi duyan herkes, içindeki o derin yalnızlıkla yüzleşir.
Romantikler için Ekim, en çok hissedilen ama en az konuşulan mevsimdir.
28 Eylül 2024
Ariston’un dediği gibi, taş kuş olmaz, kuş da taş.
Yani, bazı şeyler vardır ki, ne kadar uğraşırsanız uğraşın, asla değişmez.
Hayatın içinde, varlığın özüne işlemiş bir düzen, bir doğa var.
Kim olduğumuzu ve neyi neden yaptığımızı bilmek işte bu yüzden çok önemli.
Enerjimizi ve vaktimizi harcadığımız yer, bu büyük düzenin bir parçası.
Eğer yanlış yerlere, yanlış insanlara çaba sarf edersek, yalnızca kendimizi değil, o insanları da hırpalarız.
Özellikle belli bir yaşa gelmiş bir insanı değiştirmeye çalışmak zordur; neredeyse imkânsızdır.
İnsanlar değişir mi?
Elbette değişir.
Ancak bazı insanlar vardır ki, onların derin doğası sabittir.
Hayat onları belli bir şekilde yoğurmuştur ve bu özü değiştirmeye çalışmak, rüzgarı avuçlamaya çalışmaktan farksızdır.
Herkesin bir görevi vardır, bir varlık nedeni.
Kimi toprağı tutar, kök salar; kimi rüzgarı dinler, gökyüzüne yükselir.
İşte insanın gerçeği, kendi doğasına ve başkalarının doğasına saygı göstermeyi öğrenmektir.
Zaman ise en kıymetli hazinemizdir.
Doğru insanlara ve doğru şeylere harcadığımızda hayatımız zenginleşir.
Yanlış insanlara, yanlış sebeplere zaman ayırmaksa, adeta ömrümüzden bir parça kaybetmek gibidir.
Her seçim bir yoldur; yollarımızı, kimlerle yürüdüğümüz belirler.
Bu yolda her adımımızın hayatımızın yönünü şekillendirdiğini unutmamalıyız.
Hayatta her şeyin bir zamanı ve yeri vardır.
Bir kuş uçmak için yaratılmışsa, onu yere bağlamaya çalışmak ne kadar boş bir çaba ise, bazı olayları zorla değiştirmeye çalışmak da o denli boştur.
Doğru insanlarla, doğru zamanda bir arada olmanın kıymetini bilmek, hayatı bilmek demektir.
İnsanların doğasını ve olayların akışını zorlamadan kabul etmek, bizi gerçek huzura yaklaştırır.
Ve bu noktada çok beğendiğim bir cümleyi hatırlatmadan geçemeyeceğim: “Karakterin kaderini belirler.”
İnsanların ve olayların doğasını değiştiremeyiz belki; ama kendi karakterimizle hayatımızın rotasını çizeriz.
Hayata karşı duruşumuz, neleri zorladığımız ya da nelerden vazgeçtiğimiz, aslında kaderimizin taşlarını döşer.
Karakter, seçimlerimizin temelidir.
Bu yüzden, doğru seçimler yaparak hayatın doğal ritmine uyum sağlamak, huzur bulmamızın tek yoludur.
Sonuç olarak, taşı olduğu yerde bırakmalı, kuşu da gökyüzünde özgür bırakmalıyız.
Hayata karşı direnmek yerine ona saygı göstermeli; olayların akışına uyum sağlamalıyız.
Enerjimizi doğru yere yönlendirirsek, hayatın içindeki gerçek dengeyi bulur, onunla uyum içinde yaşarız.
Bilgelik, bazen her şeyi değiştirmek değil, bazı şeyleri oldukları gibi kabul etmeyi öğrenmektir.
26 Eylül 2024
İnsan, hayatının her anında bir yerlere yetişme çabasında. Zamanla yarışır, her fırsatta öne geçmek için koşuşturur dururuz. Sanki biz orada olmazsak bir şeyler eksik kalacakmış gibi bir telaş sarar benliğimizi. Oysa, var olsak da olmasak da hayat kendi yolunda akıp gider. Bunu ne zaman fark ederiz? Belki çok geç, belki de tam zamanında.
Geriye dönüp baktığımızda, yıllar önce her şeyin merkezinde olduğumuzu sanırken, aslında sadece kendimizi yıprattığımızı görürüz. Başkalarının kazanması için harcadığımız ömrün en değerli anlarını, başkalarına feda etmekle meşgul olmuşuz. Oysa, en çok ihtiyacımız olan hep kendimizmiş, ama bunu çoğu zaman geç fark ederiz.
İnsan, hayatın özünü kavrayamadığında aslında kendini kandırır. Zamanın ve yaşamın bizden bağımsız olduğunu idrak ettiğimizde, gerçek özgürlüğe ulaşırız. İnsanın en büyük yanılsaması, kendisini aldatmasıdır. Biz kendimizi kandırırız, başkaları değil. Yeniden güvenmeyi, sürekli aynı hataları tekrarlamayı bir döngü haline getiririz. Çünkü değişmek ya da değişebileceğimizi kabul etmek zor gelir.
Ancak bu kabul ediş, bir çöküş değil; aksine bir özgürleşmedir. Hayatın yükünü taşımak zorunda olmadığımızı, başkalarının beklentileri uğruna kendimizi harap etmememiz gerektiğini anladığımızda, gerçek anlamda yaşamaya başlarız. Ve işte o an, yıllarımızı telaşla, kaygıyla ve yetişme çabasıyla geçirmiş olmanın pişmanlığı gelir. Zamanla yarışamayız. Zaman, insanı daima yener.
Çocuklukta bıraktığımız heyecan ve saflık, yıllar sonra pişmanlık olarak karşımıza çıkar. Ama bu pişmanlıklar, bize ders veren birer öğretmen gibidir. Kısa bir an durup kendimize bakmak, belki de en önemli farkındalığımız olur. Hayatımızı bir dağ gibi görürken, aslında o dağı kendi ellerimizle küçülttüğümüzü fark etmeyiz. Gerçek yaşam, belki de bu farkındalıkla başlar.
Telaşla koştururken, varış noktamız hep aynı yere çıkıyor: Geç kalmışlıklara.
Bu yüzden... Kendinize yetişin, ertelemeyin.
22 Eylül 2024
Hayatın kendisi, çoğu zaman anlam veremediğimiz bir akışın içinde ilerler. Düğüm düğüm olmuş olaylar, elimizden kayıp giden anlar, istediğimiz gibi şekillendiremediğimiz zaman dilimleri… Aslında tüm bunlar, hayatın bize bir şey borçlu olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek demektir. Her ne kadar kontrol etmek, yönlendirmek istesek de, hayat bizim çizdiğimiz yolları değil, kendi bildiği rotayı izler.
Hayat, çoğu zaman bizim planlarımızla alay eder gibi kendi bildiği yoldan yürür. İşte bu noktada karşımıza çıkan her olay, bir ayna gibidir; bize neyi değiştiremeyeceğimizi ve aslında neyi değiştirmemiz gerektiğini gösterir. Ancak o aynaya bakabilmek cesaret ister. Kimi zaman durup kendimize sormamız gerekir: Gerçekten bu kadar direnmek zorunda mıyım? Hayatın akışını değiştirmeye çalışmak yerine, onunla uyumlanmak belki de en büyük özgürlüktür. Bunu fark etmek, zorlukları kucaklamayı öğrenmek demektir; çünkü her engel, bir fırsatın kılığına girmiştir.
Bunu kabul etmek, başta zor gelir; çünkü insan, her şeyin onun iradesiyle şekillendiğini düşünmek ister. Ama özgürleşme dediğimiz şey, işte tam da burada başlar. Hayat, planladığımız gibi gitmediğinde, karşılaştığımız her zorlukta, bize bir şey öğretir: Akışa teslim olmak. Teslimiyet derken bir boyun eğme, çaresizlikten gelen bir kabullenişten bahsetmiyorum. Bu, hayatın doğal düzenini fark etme, olanı olduğu gibi görme ve onunla birlikte yürüyebilme yeteneği.
Her karşılaştığımız zorluk, her yaşadığımız kayıp ya da engel, hayatın bize sunduğu doğal bir ders gibidir. Ne kadar karşı koyarsak, o kadar yorgun düşeriz. Ama o dersleri kabul edip, içselleştirdiğimizde, akıntının bir parçası haline geliriz ve özgürleşiriz. Hayatı kontrol etmeye çalışmak yerine, onunla uyum içinde olmayı seçmek, insanı en derin yerden özgür kılar.
Bu bakış açısını benimsemek, bizi daha hafif kılar. Hayatın ağırlığı üzerimize çökmektense, biz onunla dans etmeyi öğreniriz. Belki de en derin huzur, bu akışa kendimizi bırakabildiğimizde gelir. Ve işte o zaman hayat, bize borcunu öder: Özgürlüğü.
22 Eylül 2024
Ezan, yüzyıllardır insanları ibadete çağıran kadim bir ses ve insan ruhuna letafet bırakan bir çağrı.
Ne var ki, günümüzde bu ilahi çağrı, kimi yerlerde kulakları tırmalayan bir gürültüye dönüşmüş durumda. Oysa ezan, bağırarak değil, insanın iç dünyasına ve kalbin en derin köşelerine sessizce nüfuz edip, huzura ve maneviyata davet eden bir nağme gibi olmalıdır.
Hoparlörlerden yükselen aşırı yüksek ses, ezanın ruhani özünü zedeliyor. “Namazda gözü olanın ezanda kulağı olur” diye bir deyim var. Bu deyim, bir şeyi yüksek sesle söylemenize gerek olmadığını, ‘duymak isteyenin zaten kulak kesileceğini’ ifade eder. Bu ifadeden hareketle ezanın da bağıra çağıra okunmasına gerek yoktur. Bağıra çağıra okunan ezan, bir çağrı olmaktan çıkıp gürültü kirliliğine yol açıyor.
Bu toplumda, neva, hüzzam, acemaşiran ve hüseyni makamlarını seven, kapı gıcırtısından bile rahatsız olan; yaşam felsefesini sanat, edebiyat ve zarafet üzerine kuran insanlar var. Makamı, mevkii ve zarafeti olmadan okunan ezanın, bu insanlarda yarattığı rahatsızlığı düşünebiliyor musunuz? Ayrıca bu toplumda yaşlılar, hastalar, bebeğini uyutmaya çalışan anneler ve gece vardiyasından çıkıp dinlenmeye çalışanlar da var.
Sabah ezanını egzoz patlaması gibi okumak, bu insanlara yapılmış büyük bir saygısızlık değil mi? Bu, kul hakkına girmek değil midir?
Oysa ezanın amacı, insanları ürkütmek değil, dingin bir huzura yönlendirmek olmalıdır. Ezanın insan ruhunda bir terennüm bulması ancak bu incelikle mümkün olabilir.
Medeniyet, sadece teknolojik ilerlemelerle değil, bireylerin birbirine ve çevreye gösterdiği hassasiyetle de ölçülür. Gürültü ve rahatsız edici ses çıkaranlar, eğitilmesi gereken bedeviler,vahşilerdir; insanlıktan nasibini almamış olanlardır.
Müslüman, yüksek sesle gülmez, yüksek sesle müzik dinlemez, yüksek sesle konuşmaz. Peki, neden yüksek sesle ezan okur? Cevabını bilen var mı? Yok!
Bu konuda hemen yanı başımızdaki kardeş Azerbaycan, hoparlörle ezan okunmasını yasakladı.
Çünkü biliyorlar ki, gürültü toplumsal uyumu bozar ve manevi derinliği köreltir.
Maneviyat, gürültüyle değil, dinginlikle beslenir.
Dileğim odur ki; ezan, bir naradan öte, huzur veren bir sesle, kulak kesileceğimiz bir tonda okunur.