Geçtiğimiz hafta, özel bir gün dolayısıyla, çocuklarım “O.Noir” denilen bir restorana gideceğimizi söyleyip başka soru sormadan hemen çıkmamız gerektiğini belirttiler.
Aklıma ilk gelen, Türkçesi “Karanlığa” olan bu restoranın bir Afrika restoranı olabileceğiydi. Restorana vardığımızda tuhaf bir şeyler olduğunu hemen fark ettim. Mekânda küçük bir bar, ayakta içki içen bir-iki kişi ve bir resepsiyonistten başka bir şey yoktu; masa, sandalye, müşteriler… Resepsiyondaki kız, bizimle ilgilenecek garsonun birazdan geleceğini söyleyip beklememizi rica etti.
Karşı kapıdan, görme engelli olduğu her halinden belli olan biri içeri girdiğinde, karanlığa bir yolculuk yapacağımızı anlamıştım. Samy, “Şimdi trencilik oynayacağız, biriniz bana, diğerleriniz birbirinizin omzuna tutunarak ilerleyeceğiz,” dedi.
İki kapıdan geçtikten sonra, gözlerimizin varlığını yitirdiği zifiri bir karanlık içindeydik artık!
Garson, masamıza kadar eşlik edip siparişimizi aldıktan sonra, masadaki bardakların suyla dolu olduğunu söyleyip içki isteyip istemediğimizi sordu ve gitti.
Karanlığın ortasında ne yapacağımızı bilmez bir şekilde kalakalmıştık! Zerre ışık sızmıyordu; kapı nerede, garsonlar nereden girip çıkıyorlar belli değildi.
Karanlıkta çalışan tek duyu organımız işitmeydi; çevre masalardaki sohbetler, gülmeler, yere düşen çatal, kırılan bardak sesleri kulağımıza geliyordu. İnsanlar, gözleri görmeyince kulakları da duymuyorcasına yüksek sesle konuşuyorlardı.
Diğerlerinin aksine, karanlıkta ve tüm görsellerden uzak olmak beni içimdeki sesle konuşmaya itiyordu.
Herkes kör olsa; adımızın, rengimizin, ne marka giyindiğimizin, ne mücevher taktığımızın, güzelliğimizin yani görsellikten ibaret her şeyin nasıl da anlamsız olacağını düşündüm.
Sonra aşk geliverdi aklıma! Körler neye göre âşık oluyordu? Gönül gözüyle mi? Gözsüz görmeyi belki de en gerçek haliyle onlar biliyorlardı. Fiziksel tüm önyargılardan bağımsız, bir ruha, bir sese, sesle birlikte gelen cümlelere, cümlelere yüklenen anlamlara tutuluyorlardır, diye düşündüm.
Sahi biz, biz görenler neye âşık oluyoruz?
Garsonun sesiyle birden irkildim: “Yemeklerinizi servis edeceğim,” diyordu.
Şimdi yeme zamanı, ama nasıl? Çatalı ararken su bardağını devirdim.
Belli ki dokunma duyumu sabırla ve incelikle kullanmayı bilmiyordum. Çatalı bulmanın, tabaktaki yemeği ağzıma götürmenin nasıl da uzun bir mücadele gerektirdiğini bilemezsiniz. Yemeği üstüme, masaya, yere düşürmekle kalmıyor, tabağın içindeki yiyecekleri ellerimle yoklayarak bulmaya çalışıyordum. Sonra çatalı ağzıma her boş götürdüğümde, Sisifos gibi yeniden deniyor, yılmadan devam ediyordum.
Günlük hayatta hiç düşünmeden yaptığımız yeme eyleminin bir kör için nasıl da zor olduğunu iliklerime kadar hissettim o an!
Bu yorucu çabaya biraz mola verip, tekrar körlerin aşkına kafa yormak istedim; aşkta sarılmanın, dokunmanın, dokunmadaki yumuşaklığın, yumuşaklığa yüklenen inceliğin, inceliğin ruhta yarattığı tutkuyu en iyi onların bildiğine emindim, biz görenlere inat!
Kaçımız dokunuyoruz sevdiklerimize?
Kaçımız günün yorgunluğunu, sevincini, stresini, acısını sosyal medyada dolaşmak yerine sevdiğimize sarılarak paylaşıyoruz, körler gibi?
Hele de sarılma sırasında vücutta salgılanan kimyasalların, kan basıncını düşürdüğünü, kalp atışlarını düzenlediğini, aynı zamanda kandaki ‘oksitosin’ seviyesini artırarak stresi engellediğini bilmemize rağmen, hangimiz sıkı sıkı sarılıp ciğerlerimize sokuyoruz sevdiklerimizi?
Brezilyalılar gibi, içten bir sarılmanın ömrü bir gün uzattığına inanarak, yarın çok geç olmadan, bugünden itibaren, geçip giden her günün ömrünüzü kısalttığını bilerek sarılın sevdiklerinize!
Sarılırken de, Jose Saramago’nun 1998 Nobel Edebiyat Ödüllü romanından sinemaya uyarlanan “Körlük” (orijinal adı “Blindness”) filmini izlemeyi ihmal etmeyin, derim.
Hayatınızda, aşkın gözlerinizi kör ettiği değil, kör gibi âşık olacağınız biri olması dileğiyle.