Bir milli güvenlik dersi kitabından konuşur gibiydi bazıları. Üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanla çevriliydi vatan. Ülke, er ya da geç iç ve dış tehditler karşısında bölünme riski taşıyordu. Gelişmekte olan ülke bir türlü sınıf atlayamıyor, aynı kısır döngüde iki asırdır gidip geliyordu. Bu döngü, bölünme fikrinin toplumun zihin dünyasından silinmesine engel oluyordu.
Bu travmalardan kurtulmak, ülkeye yeni bir ufuk açmak için biraz da 12 Eylül öncesi yürürlüğe konulan 24 Nisan kararları ile dünyaya entegre olma çabaları, regülasyonu olmayan bir sistem inşa ederken “kervan yolda düzülür” mantığıyla hükümetlerde hikmet arıyorduk.
Terör, ekonomik ve siyasi krizlerle geçen 90’lı yılların sonunda ülke, laik-dindar gerilimi üzerinden yeni bir konsolidasyona itilirken, Fas’tan Pakistan’a “Büyük ve Genişletilmiş Ortadoğu Projeleri” pazarlanmaya başlanıyordu. Rol model ise muhafazakâr demokrat kimliği ile AKP’ydi. 80’lerde başlayan regülasyonsuz liberal politikalar, 2002 sonrası özelleştirmelerle hız kazanırken stratejik hatalar devam etti. Devletin sırtına yük olduğu düşünülen kurum ve kuruluşlar satıldı, dünyada artan sıcak para dolaşımı ile inşaat sektörü üzerinden büyüyen, fakat büyümeden ziyade şişen bir ekonomiye sahip oldu ülke.
Ucuz krediler, düşük kur üzerinden görece refaha kavuşan toplum, çöle şehir inşa eden bir serabın, gerçekleşen bir düşün iştiyakıyla partilerine, dine sarılır gibi sarılıyorlardı. 2002 ile 2007 arasında madenler, Telekom, Tüpraş, limanlar gibi kritik kurumların özelleştirilmesine, tüm bu göz kamaştırıcı ekonomik tabloda birkaç çatlak ses dışında itiraz eden olmadı tabii.
367 krizinde, 28 Şubat travmalarını hatırlayan millet sandıktan bir zafer çıkardı tabii ki. İşte her şey bundan sonra başladı zannımca.
El değiştiren sermaye, kumpas süreçleriyle yıpranan ordu, 2010 referandumu ile yargıdaki FETÖ hipnozu, MİT krizi, dershanelerin kapatılması, 17/25 Aralık ve çözüm süreci derken 15 Temmuz’la ağır bir darbe aldı ülke. Devletin içine yuvalanan FETÖ, devlet gücüyle hükümeti devirmek istiyordu.
Bu sırada, 2011 yılında Suriye iç savaşı patlak vermiş, milyonlarca sığınmacı ülkeye gelmişti. 2009-2010 yıllarında muhalefetin direnmesine rağmen güney sınırımızda mayınlı araziler temizleniyor, “Kıbrıs büyüklüğündeki verimli araziler tarıma açılacak” savlarıyla itiraz edenlere—bugün olduğu gibi—vatan hainliği etiketi dağıtılıyordu. Öyle ki bu sürecin devamında CHP Genel Başkanı kaset kumpasıyla değiştirilip, BDP/HDP çizgisindeki isimler partide üst kademede görev almaya başlıyor, MHP’deki “akil adamlar” da tasfiye ediliyordu. 2007-2011 sürecindeki iki kritik nokta daha vardı: Bir, ölü doğmasına sebep olunan Demokrat Parti; iki, Yazıcıoğlu suikasti. Plan tıkır tıkır işliyor, güç tek elde tahkim ediliyordu.
2011 sonrası göç konusunda kontrolü kaybeden ülke, ümmet/hicret ekseninde dış politika çizgisiyle yoluna devam ederken, 15 Temmuz darbe girişimi oldu. Olağanüstü hâl ilanı ile devam eden süreçte, 2017 referandumu ile ülkede sistem değişti.
FETÖ’nün talepleri olan harp okullarının, askerî hastanelerin kapatılması, jandarmanın tümüyle İçişleri’ne bağlanması bu kaotik sürecin içinde oldu.
Ne diyordu Mamak’ta yatan ülkücüler: “Biz hapisteyiz ama fikrimiz iktidarda.”
Tüm bunlar olurken muhalefet, iktidarın elinde bir manivela gibi açılmayacak kapıların kilidi oluyordu, her zamanki gibi. 2002 yılında erken seçim çağrısı yapan MHP lideri, 7 Haziran 2015 gecesinde sandıkta tek başına iktidarı kaybeden AKP’ye aynı saatlerde yeniden iktidar yolunu açan erken seçim çağrısını yapıyor ve iktidar ortağı olmaya yanaşmıyordu. Yine aynı zat-ı muhterem, 2016 sonlarında “Getirin anayasayı değiştirelim, başkanlık rejimine geçelim” diye kürsüleri yıkıyordu.
Mühürsüz oyların geçerli sayıldığı 2017 referandumuna itiraz etmeyen CHP ve diğerleri de kurdukları masada kaybedecekleri bir adayla seçime girerek yine iktidara can suyu taşımakla meşgul oluyorlardı, 2023 baharında.
Bu arada, AKP sonrası dönemi dizayn etmek isteyenler, aynı prototip bir adayı Beylikdüzü’nden Türkiye gündemine taşıyor ve kurtarıcı lider olarak pazarlıyorlardı.
Hülasa, 2025 Türkiye’sinden görünen manzara şudur:
2018 yılından itibaren çökmüş bir ekonomi, fonksiyonunu yitirmiş bir meclis, liyakatin olmadığı devlet hiyerarşisi, ihale/kara para zengini türedi bir sınıf, sınır güvenliğinin olmadığı ve milyonlarca sığınmacının yaşadığı bir toplum, suçluların ve başıboş köpeklerin insan hayatına kastettiği sokaklar, ülkenin kurucu değerlerine ve kimliğine savaş açmış trol çeteleri ve görevliler, sükût suikastine kurban giden haysiyetlerimiz…
Daha acısı ve şaşırtıcı olmayanı ise; muhafazakâr/İslamcı tandasla İslam’ın, milliyetçi ideolojiyle vatan fikrinin, Atatürk fikriyatıyla ülkenin kurucu değerlerinin imhası sağlandı.
Teröristin kurucu önder, kurucu liderlerin “iki ayyaş” olduğu yerde, Kuvâ-yi Milliye’nin devamı olanlar el yükseltip devlet teklif ediyorlar birilerine. Kuzey Irak’ta güvenli bölge oluşturulurken, PKK’ya Suriye’nin kuzeyinde devlet kurduruyorlardı. Bizimkilerin yükselttikleri ellerle Emevî Camii’ne Antep halıları seriliyordu sadece.
Elin bağından başkasına üzüm vermek hoştur, ama biz sarhoş olamayacak kadar ayık; başkasının malı olarak gördükleri bu vatanın Tekâlif-i Millîye ile kurulduğunu unutmayacak kadar inançlıyız.
Şimdi sormak istiyorum:
Hangi masala, oyuna, masaya inanmaya devam edip bu kurguya yem olmaya devam edeceğiz?