Çay deyip geçmemek lazım, bazen bir aşka, bazen bir şiire, bazen de bir devrime bahanedir çay! İşte çayın, bir ülkenin ve dünyanın kaderini değiştirme hikayesi…
Amerika’nın keşfinin ardından, Avrupa’dan bu yeni kıtaya siyasal baskılardan kaçmak, dinsel inançlarını özgürce yerine getirebilmek, maceraya atılmak ya da özellikle İngiltere’deki 1620-1635 yıllarındaki büyük ekonomik güçlerden kaçmak isteyenlerin akını başlıyordu.
Avrupa’dan göç edenler; genelde işsiz, toprak sahibi olmayan, kendilerine bir gelecek göremeyen yoksullardan oluşuyordu. Tek istedikleri; bereketli ve geniş topraklara ulaşmak, çalışıp özgürce yaşamaktı.
Güney Amerika, İspanyollar ve Portekizliler tarafından, Orta ve Kuzey Amerika ise Hollandalı, Fransız, Alman ve İngilizler tarafından kolonileştiriliyordu. Çoğunluğunu İngilizlerin oluşturduğu bu koloniler, Britanya parlamentosundan çıkan yasalar ve atanan valilerle yönetiliyordu.
İngiliz hükümeti, özellikle Fransa ile yaptığı yedi yıl savaşlarının ardından daha da genişlettiği Amerika topraklarını korumak ve zayıflayan ekonomisini toparlamak için kolonilere ağır vergiler yüklemeye başlamıştı.
İngiltere Krallığı, birbiri ardına çıkardığı Melas Yasası (1733), Şeker Yasası (1764), ve Pul Yasası (1765) ile ağır vergiler getirip, kolonilerin başka ülkelerle ticaret yapmalarını yasaklayarak halkın sabrını taşırıyordu.
Toplumun her kesimini etkileyen ve tüm evraklara zorunlu kılınan Pul Yasası sonrası koloniler, İngiliz Krallığına “Temsil olmadan vergilendirme olmaz” diyerek bu ağır vergi uygulamasına karşı çıkıyor ve anavatanla ticaretlerini kesme kararı alıyorlardı. En son çay ticaretinin de Doğu Hindistan Şirketi’nin tekeline verilmesi ve vergisinin artırılması, bardağı taşıran son damla oluyordu.
Bu adaletsizlikler ve keyfi uygulamalara karşı mücadele etmek ve halkı örgütlemek için, halkın ileri gelenleri illegal bir örgüt kuruyordu: “Özgürlük Çocukları”.
16 Aralık 1773 yılında, Boston Limanı’na demirleyen üç İngiliz gemisindeki çayların indirilmeden geri gitmesini isteyen Özgürlük Çocukları, bu istekleri yerine getirilmeyince Kızılderili kılığına girip tüm çayları okyanusa döktüler.
“Boston Çay Partisi”, Amerika’nın bağımsızlık savaşını başlatan olay olarak tarihe geçti.
Kraliyet, geri adım atmayı kendine yediremediği gibi işi yokuşa sürüyor, olayları yatıştırmak için asker gönderiyor ve “Boston Limanı Yasası” ile bu zararı ödeyinceye kadar limanı kapatıyordu. Valinin izni olmadan yapılan kent meclis toplantıları da yasaklanıyordu. Ardından, “Konaklama Yasası” ile gerekirse özel evlerde İngiliz askerlerinin barınma ve yemek ihtiyaçlarının karşılanması zorunluluğu getiriliyordu. Yaptırım üstüne yaptırım uygulayan kraliyet yasaları; halkı sindirmek yerine daha da asileştiriyordu.
Koloniler arasında gittikçe artan dayanışma, örgütlenme ve mücadele sonucunda, çay partisinden üç yıl gibi kısa bir süre sonra, Amerika 4 Temmuz 1776’da bağımsızlığını ilan ediyordu!
Şöyle bir bakın bakalım, aradan dört yüz yıl geçmesine rağmen ne değişti dünyada? Sömürü ve kölelik sadece şekil değiştirdi. Zengin-yoksul sınıfı, umutsuzluk ve çaresizliğin getirdiği göçler, savaş ekonomilerinin bedelini halka ödeten hükümetler, sindirme, bastırma, yok etme politikaları, adaletsiz uygulamalar, güçlünün zayıfı ezdiği, yok saydığı her şey aynı şekilde makyajlanmış haliyle sürüyor. Değişen bir şey yok yani.
Biraz kaba olmakla birlikte, burada yerine oturacağına çok inandığım “orospuya biraz da sıfat lazım” politikalarıyla sömürüye devam!