Şeker, dünya tarihinin en eski ve en önemli ticaret ürünlerinden biri. İlk olarak Hindistan’da tatlandırıcı olarak kullanılan ve kristalleştirilen şeker kamışı, buraya düzenlenen seferlerle İran’a, Büyük İskender’in fetihleriyle Akdeniz ülkelerine, Arapların İran’ı işgaliyle de Kuzey Afrika ve İspanya’ya tanıtılmış oldu. Başta İspanya ve Portekiz olmak üzere, İngiltere, Fransa ve Hollanda, bu yüksek gelirli “beyaz altın” dedikleri şeker kamışını üretebilecekleri yerler aramaya başladılar. Çünkü Avrupa’nın iklimi bu bitki için uygun değildi.
Amerika’nın keşfiyle Karayip adaları ve Latin Amerika, özellikle de Brezilya’da aradıkları koşulları bulmuş oldular.
Bu; hem sömürgeciliğin hem de köle ticaretinin boyutlarını değiştiren bir gelişmeydi.
Avrupa’dan getirilen ürünler, kölelerle değiş tokuş karşılığında Afrika’ya bırakılırken, köleler de Amerika’daki tarım arazilerine taşınır oldu. Bu ticaret, bazen bir şişe alkole karşılık 10 kişi ya da bir şemsiye için 40 kişi şeklinde bile olabiliyordu.
Köleleri zincirleyerek, gemi güvertelerinin altında, aç, susuz, çıplak olarak okyanus ötesine taşıyorlardı.
17. yüzyılda çay, kahve ve çikolatanın kullanımının artması, sanayi devrimiyle şekerin farklı gıda maddelerinde de kullanılması ve yüksek geliri sayesinde tamamen ihracata yönelik yoğun bir kamış üretimi yapılıyordu.
Kapitalistler buralarda çok ucuza ve bol miktarda ürettikleri şekeri dünya ülkelerine pazarlamak için her yolu deniyorlardı. Bunlar içerisinde en trajikomik olanı İran’da yaşananlardı:
Çayı hurma ve kuru üzümle içen İran pazarına girmek isteyen İngilizler, mollalarla anlaşıp onlara yüzde on pay vermeyi teklif ettiler. Mollalar cuma vaazlarında “Allah’ın nimetini niye çayda ziyan ediyorsunuz, bundan böyle şeker katın çayınıza” diye fetva verince, şeker pat diye gidiverdi İranlıların hayatlarına.
Bir zaman sonra, yeterince kâr elde edemediklerini iddia eden İngilizler, verdikleri payı geri çektiler mollalardan.
Geri durur mu bizimkiler, “gavur icadı şekeri çaya katmak haramdır” deyiverince, bütün şekerler sokağa dökülüverdi.
Nasılsa pazara girdik deyip mollaların gücünü göz ardı eden İngilizler yanlış yaptıklarını anladılar ve payı yüzde yirmiye çıkardılar. Para bu, neyi satın alamaz ki? Mollaları da aldı: “Biz size çaya şeker katmayın dedik, sokaklara dökün demedik ki. Gavur icadı şekeri çaya batırıp boy abdesti aldırdıktan sonra içmelisiniz” diye bastılar fetvayı.
Allah’ın temsilcilerinden iyi mi bilecek halk? Yeniden girdi şeker İranlıların hayatına, bir daha çıkmamak üzere.
Zencefille aromalandırılıp, bir çubuğa giydirildikten sonra, çaya batırılarak boy abdestiyle Müslümanlığa geçirilen şekerin hazin hikayesidir nabat şekeri.
“Değişmeyen tek şey değişimdir” diyenlere sorasım var: Sizce, kapitalizm, din ve halk üçgeninde değişen bir şey var mı?